Suriye'de gazla zehirlenmiş, can çekişen çocukları görünce bir an için asırlar öncesine gittim.
Bir savaş sonrasıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) namaz kılmak için gölgeliğe doğru çekilir. O esnada yerde bir çocuk cesedi görür. Hz. Peygamber'in (s.a.v.) rengi değişir. Bütün meydanın duyacağı bir ses tonuyla seslenir: "Kim bu çocuğu öldürdü. Çocuklara dokunulmayacak demedim mi?"
Hz. Resul'ün (s.a.v.) ses tonu ortalığı sarsar. Herkes ölen çocuğu araştırır. İşin sonunda çocuğun putperest bir babanın oğlu olduğu ve savaşa ailesi tarafından getirildiği ve savaş ortamında kim vurduya kurban gittiği anlaşılır.
Sahabe bu haberi Hz. Peygamber'e (s.a.v.) taşır. Ve biraz da rahatlamış bir halde şöyle derler:
"Efendim, çocuk müşrik bir ailenin çocuğu. Müslüman çocuğu değildir. Daha çok kendinizi üzmeyin."
Ama Allah'ın Peygamberi'nin (s.a.v.) hiddeti ve üzüntüsü geçmez ve sahabeye şu cevabı verir: "Ya sizler kimin çocuklarıydınız. Sizlerin de babalarınız birer müşrik değil miydi? O bir çocuk."
Bir tarafta ölmüş bir müşrik çocuğundan ötürü yüreği kanayan ve sahabeyi hesaba çeken bir peygamber.
Diğer tarafta Müslüman olduğunu iddia edip, Müslüman ailelerin çocuk, kadın ve gençlerini gazlarla şehit edenler.
Bence öteye söz gerekmez. Oyuncakları kırılmış bu masum evlatları, ancak şuurlanmış bir millet kurtarır. Toparlar. Bugünkü haliyle bugünkü Müslümanlar değil. Bugünkü Müslümanlar ancak boş şeylerle, ufak dünyevi hırslarla uğraşmaya devam etmekteler.
Etrafınızdaki İslam ülkelerine bakmanız yeterlidir.
***
Aralarında merhametli olan müminler
Sıfır tolerans sahibiyiz. Hatayı kabul etmiyoruz. İslam'ın felsefesini yapıyoruz. Mangalda kül bırakmıyoruz. Ama İslam'ın ahlakından haylice uzağız.
Sünnetimizden düğünümüze; namazımızdan, orucumuza hamdolsun dini esintiler var. Dine en uzak olanımızda bile var. Şöyle veya böyle dinle bağlantımız var.
Ama huyumuz, ticaretimiz, komşuluğumuz, para ile ilişkilerimiz, dünya ile irtibatımız çok maddileşmiş halde. Orada dinin ne dediği umurumuzda değil. Fetva ararken bile menfaatimize söz söyleyecek hoca arıyoruz. Onun sözünün gayrimeşru olanı meşru kılacağını zannediyoruz.
Hesaplarımızı bitmeyecek bir hayat, sorgulanmayacak bir mezar, cennete açılmış bir ahret üzerinden yapıyoruz. Bizi mezarda kırmızı halı ile karşılayacaklarını zannediyoruz.
Velhasıl boş ve faydasız bir çabanın içindeyiz. Bu yol doğru yol değil. Bu gidişat hayra alamet değil. İslam âlemindeki masum yavrular bizim hatalarımızın fidyeleridir. Biz aldanıyoruz, biz aldatıyoruz bedelini zayıflar çekiyor. Mazlumlar çekiyor.
Kuran-ı Kerim mümini tanımlarken "Eşiddau alel kuffari ruhemau beynehum =
İnkârcılara karşı şiddetli, kendi aralarında toleranslı merhametli" buyuruyor.
Biz bu hidayet formülünü tam tersine çevirdik. İnkârcılara, küfür erbabına karşı olabildiğince anlayışlı, Müslüman'a karşı ise olabildiğince saldırganız. Toleranssızız. Haşiniz. Gaddarız. Öfkeliyiz. İntikam ve rövanş duygularıyla hareket ediyoruz.
Yazık ediyoruz.
***
Özlediğim bir tablo
Dün yaşlı ve emekli bir milletvekili kardeşimizle sohbet ettik. Annemin vefatı için evime gelmişti. Saygın, edepli ve tecrübeli bir isim. Kim olduğunu yazmayacağım elbette. Çünkü ben kişilerin adını vererek değil, olayları tahlil ederek bu köşeye katkıda bulunmaya çabalıyorum.
Manidar bir olay -hatıra- anlattı. Olayı sizinle paylaşmak istiyorum.
Birkaç yıl önce. Adını söylemeyeceğim bir devlet büyüğümüz Güneydoğu'daki bir ilimize gider. Milletvekili ve o ilin valisi de yanında. Arabaya binilip gidileceğinde orta yaşlı bir hanım bağırır. Görüşmek istiyorum. Beni görüştürün diye. Devlet büyüğümüz arabayı durdurur. "Bırakın gelsin" der. Kadın gelir. Yanında 18 yaşında çocuğu var. Der ki; "ben, dul bir kadınım. Kocam 15 yıl önce öldü. Şu evladımı tam 15 yıldır namusumla büyüttüm. Yanlışa bulaşmadım. Temizlik yaptım, tuvalet temizledim ama evladıma yüzümü kızartacak ekmek yedirmedim. Bu gün buradayım. Namusum ve geleceğim bundan sonra size emanet. Kefili sizsiniz."
Yaşlı milletvekili diyor ki: Devlet büyüğünün rengi değişti. Hanımefendiye döndü ve: "Dul maaşı ve devlet yardımlarıyla ilgili valimize niye gitmediniz."
Kadın ellerini bir sağa bir sola çevirdi ve "Nerede nerede? Sanki ben vilayetin merdiveninden yukarı çıkabildim mi beni yukarıya çıkarmadılar ki hiç" diye söylendi.
Devlet büyüğümüz valiye döndü ve "Siz böyle mi valilik yapıyorsunuz" dedi. Sonra belediye başkanına dönerek "Bu saatten itibaren bu çocuğu bir işe alıyorsun. Sonra cebinden bir kâğıt çıkardı ve kadına direkt kendine ulaşacak bir numarayı verdi (Milletvekili diyor ki o numara bizde bile yoktu.)
Kadına da "Bana ulaşacaksın. Bu işin sonucunu söyleyeceksin. Ne zaman daralırsan da bana ulaşacaksın ve dua edeceksin" dedi.
Kadın ellerini kaldırıp dua etti. Biz arabaya bindik. Yürüdük.
Dediğim gibi isimler, şehir gibi ayrıntılar saklı kalsın. Milletvekilinin adı da. İşte benim özlediğim manzara bu. Allah için yapacaksın. Makamının hakkını vereceksin. O zaman da herkes dua edecek. Bu bir taziye ziyaretinde artık siyasi bir beklentisi olmayan eski ve hayli yaşlı bir milletvekilinin bir hatırası. Paylaşmak istedim.
Hangi mevkide, makamda, sorumlulukta olursak olalım. Halkın içinde ve aynen böyle olmak zorundayız. İşini yapıp iyiliğini denize salacaksın. Derler ya, balık bilmese de Halık bilir.