Meşhur hadisedir bilirsiniz. Halife Hz. Ömer bir adam tutar. Adama der ki, "Senin görevin günde bir kez bana 'Halife! Ölüm var ölüm' sözünü söylemek. Aniden önüme çıkıp bana ölümü hatırlatacaksın. Senden başka bir şey istemiyorum."
Adam öyle yapar. Günde bir kez Hz. Ömer'e görünüp: "Halife! Ölüm var ölüm" der. Nihayet bir gün tekrar bu sözü söylediğinde Hz. Ömer döner ve der ki; "Senin bir daha gelmene gerek yok.
Çünkü bugün sakalıma akların düştüğünü gördüm. Onlar bana ölümü hatırlatıyor artık."
Ölümü hiç unutmayan büyük adam; ölümü hatırlatan bir dost istiyor. Sanırım Halife Hz. Ömer (r.a.); bu hareketiyle bizlere bir şeyler anlatmaya çabalıyor.
Hiç ölmeyeceğini zanneden, her yaşadığı günü kâr bilen, bir daha mı dünyaya geleceksin çal- çırp- ye- iç- zevklen diyen, menfaatine ve egosuna tapınan, düşene kadar ağa- paşa, düştükten sonra tu-kaka diyen, çağdaş makyavelistlere, menfaatçilere ders vermek istiyor Hz. Ömer aslında.
Yaşlanıyoruz. Her takvim yılı bizi dedelerimizin uykuya daldıkları âleme doğru hızla taşıyor. Eskiden, çocukken vefat haberlerini aldığımızda "kaç yaşındaymış" diye sorardık. 40-50 yaşlarında dediklerinde "eh, haylice yaşamış" derdik.
Büyüdük. Olgunluğun sonu sayılan 55'li yaşlardayız. Bir ölüm haberini duyduğumuzda soruyoruz yine. "Kaç yaşındaymış?" "60 yaşında" diyorlar. "Yaa," diyoruz "pek de gençmiş. Ne ki 60 yıl!
Allah rahmet etsin" böyle diyoruz. Çünkü yaşlandıkça tulu'l-emel "bitmeyen ümitler beklentiler" bizi sarmalıyor. Dünyaya daha da bağlanıyoruz. Gerçi bu duyguyu büyük İslam âlimleri "ahiret âleminin sonsuzluğu" temasıyla ilişkilendiriyorlar.
Yüce Allah insanda sonsuzluk duygusu yaratıyor ki, insan bu sonlu âlemde sonsuz âlemin beklentisi içinde olsun, ona hazırlansın.
***
Aslında yeni takvim yılını kendimiz için bir dönüm noktası kabul edebiliriz. Nasıl yani? Mesela kendi kendimize şöyle karar alabiliriz, yeni yıl içinde en azından bir insanın sıkıntısını gidereyim, bu yıl içkiyi bırakayım, bu yıl haksız kazançtan vazgeçeyim, bu yıl bir yetim besleyeyim, bu yıl komşularımla daha çok ilgileneyim, bu yıl fakir bir öğrencinin bursunu sağlayayım, bu yıl namaza başlayayım, bu yıl umre'ye gideyim, bu yıl Hz. Peygamber'in (s.a.v.) hayatını anlatan bir eser okuyayım, bu yıl bir hastane gezip en azından oradaki bir eksiği bağış yoluyla gidereyim, birkaç aileye gıda yardımı yapayım, bu yıl iyi bir tövbe ile vicdanımı yaralayan her kötü işten vazgeçeyim... Veya Allah'ın hoşnutluğu olacak bir şey yapayım. Çok mu zor şeyler istiyorum. Bu yazılanlar çok mu imkânsız? Zannetmiyorum. Yeter ki günahlar ve kötülükler bizden vazgeçmeden, biz onlardan vazgeçelim.
Yeni yılda fala bakmak
Yeni yılda özellikle hanımlarımız
"fal ve burç"lara bakacaktır. Önümüzdeki yıl nasıl olacak. Neler olacak. Sevinecek miyiz. Üzülecek miyiz. Gelecekten haber verdiğini zanneden ama beş dakika sonrasını bilmekten aciz olanlara söyletmeye çalışacaklar. Onlar da bilmiş edasıyla geleceği okuyacaklar(!) İnsanımız da boş vaatlere inanacak veya boş korkularla yaşayacaklar. Aslında geleceği fal'a, sihir'e, burç'a sormaya gerek yok ki. Gelecek senin elinde. İyi insan olursan iyi karşılık bulursun. Kötü olursan sıkıntı görürsün. Bunu bilmek için sahtekârların, şarlatanların eline düşmeye, para vermeye gerek yok. Yüce Allah onun formülünü vermiş zaten:
"Kim zerre miktarda iyilik yaparsa karşılığını görecek ve kim de zerre miktarı kötülük yaparsa karşılığını görecek."
Hz. Mevlana'dan maksada varmak
Son yıllarda Hz. Mevlana'ya ilgi ve hayranlık artıyor. Mevlana'yı tema edinen eserler çoğalıyor. Şems ve Mevlana odaklı sevgi anlatılıyor. Mevlana'nın zahiri - dini- ilimleri, Şems'in batıni -Ledünni, manevi, tasavvufi- ilimleri temsil ettiklerinden bahisle, sevgi, aşk ve muhabbet işleniyor. Mevlana, batıya ve batılılaşmış içteki temayüllere, İslam'ın anlatımında bir sembolik isim olmaya yönelik mesafe aldı. Mevlana, farklı kişiliğiyle; hem âlim, hem gönül insanı, hem edebiyatçı, hem hatib, hem nüktedan, hem iyi bir mümin olarak, görmek isteyenlere bir pencere oldu. Elbette Hz. Mevlana ile ilgili söylenecek, yazılacak çok şey var.
Elbette yukarıdaki ilgiye, Hz. Mevlana'ya olan ilgiye sevinmemek, gurur duymamak mümkün değildir.
Ancak gözden kaçan bir nokta var.
Hz. Mevlana'dan Hz. Muhammed'e (s.a.v.), oradan Kur'an'a ve oradan da Yüce Allah'a gidilecek yolu iyi gösterebiliyor, anlatabiliyor muyuz? En azından, doğrudan okunması gereken bir çemberi, tersten de olsa okutamayacak mıyız.
Yaratıcıdan elçiye, elçiden gönül insanlarına giden yolu; gönül insanından elçiye, oradan yaratıcıya çevirebilir miyiz? Yoksa Mevlana'dan bir şeyh ve mürid, bir âşık ve maşuk, cezbeden, ilham edilmiş, karşılıklı hikmet içeren sözlerden ibaret bir yaşam veya bir hal mi anlıyoruz. Yoksa derdimiz bu mu sadece? Bilgi dağarcığımızdaki Mevlana, bundan mı ibarettir yoksa. Mümin Mevlana ile, çağımız yazarlarının anladığı Mevlana aynı kişiler mi? Mevlana'yı ve Tebriz'in Şemsini boş sözlere mi mahkûm edeceğiz. Oradan Sadi'i Şirazi'nin bostanına dem vurarak, manevi halvetten, uzletten Rabbani kulluğa, halvete, uzlete, fena'ya gidemeyecek miyiz? O zaman Hz. Mevlana bizden şikâyette bulunmaz mı? Benim korkum, Hz. Mevlana'nın ve manevi sözlerinin ileride folklorik bir harekete dönüşmesidir.
Mevlana'yı, o mümin insanı, o muhteşem mahviyeti, o kıyılara çarpan sevda dalgasını, o gönlünü en sevgiliye kaptıran azim insanı Kuran ve Hz. Peygamber bağlamından koparıp mı anlatacağız.
Doğrusu benim korkum bu.
Bu konuyu ileride konuşmak kaydıyla Hz. Mevlana'nın şikâyetini dile getirelim: "Bende şudem", ile başlayan ve 'Men bende-i Kur'anem eger can darem" ile devam eden şikâyetine kulak verelim.
"Ben Allah'a kul oldum. Ben kulluğa erdim. Ben kul oldum. Ben yaşadığım sürece Kur'an'a köleyim, tutsağım. Ben seçilmiş insan Hz.
Muhammed'in (s.a.v.) ayağının tozuyum.
Kim benden bunun dışında bir şey iletirse, ben ondan da o sözünden de şikâyetçiyim davacıyım."