Türkiye'de kimlik siyasetinin önemi sürekli vurgulanır. Hatta kimileri bu tespiti abartarak Türkiye'de seçmenin rasyonellikten uzak bir taraftarlık duygusuna mahkûm olduğunu bile iddia eder. Seçmen davranışlarının dini, mezhepsel ve etnik farklılıklardan etkilenmediği söylenemez. Ama bu kültürel faktörlerin etkisini de abartmamak lazım. Bir kere bu iddiaların çoğu veri desteğine sahip değildir. Dar çevrelerde yapılmış ilkel gözlemlere dayanmaktadır. Sıkça ve pek çok kimse tarafından tekrarlandığı için de çoğunlukla eleştiriye tabi tutulmadan doğruymuş muamelesi görür.
Kültürel faktörler gibi doğası itibariyle oldukça karmaşık ilişkiler ağına dayanan açıklamalar böylesi ilkel genellemelere dayandığında doğru önermeler üretmesini de bekleyemeyiz. Kimlik ve kültür çalışmalarının önde gelen isimleri bunun özellikle altını çizer. Kimlik tarih içinde şekillenir. Çok karmaşık süreçlerin sonunda ortaya çıkar. Ötekiyle kurulan ilişki çerçevesinde sürekli değişim gösterir. Kürt doğan birisi hayat boyu sadece Kürt kimliğe sahip değildir. Bazı şartlarda Müslümandır bazı şartlarda Sünni. Bazen kadındır. Bazen fakir. Yani dinamiktir ve ötekine göre şekillenir.
Daha da önemlisi kimlik çoğunlukla kültürel olmayan maddi şartların kurucu etkisine da maruz kalır. Çünkü maddi şartların oluşturduğu yapılar tarihsel kültürel ilişkileri, algıları ve dolayısıyla kimlikleri de şekillendirir. Bu maddi faktörlerin başında da güvenlik ve ekonomik şartlar gelir. Bir coğrafya düşünün devlet kamu otoritesini kuramamış. Ekonomik gelişmeyi sağlayamamış. Yol bile yapamamış. O coğrafyada terörün boy göstermesi ve kendisine siyasi bir kimlik inşası için zemin bulması kaçınılmazdır. Ülkemizde bu temel ve basit tespit hep göz ardı edilir ve çözülmesi daha kolaymış sanılan kültürel faktörlere eğilim gösterilir. Halbuki temeli düzeltmediğiniz müddetçe atacağınız her türlü adım başarısızlığa mahkumdur. Doksanlı yıllardakine benzer etkisiz fakat vicdansız ve hatta zayıf olduğu için vicdansızlığa dönüşen güç gösterilerini kast etmiyorum. 2015'ten bu yana sahneye konulan terörle mücadele stratejisinin temelindeki kamu otoritesinin yaygınlaştırılmasında olduğu gibi etkin güç kullanımı önce istikrar ardından ekonomik büyüme ve ardından kimlik gerilimlerinin zayıflamasını sağlayabilir.
Erdoğan'ın dün gerçekleştirdiği Diyarbakır ziyareti bu karmaşık süreçlerin iyi bir örneğini teşkil ed-i yor. Bölgenin terörden arındırılması huzur ortamını inşa etti ve ekonomik kalkınmanın motoru olduğu gibi kültürel gerilimleri gevşeterek siyasi normalleşmenin zemini haline geldi. Yıllarca bölgeye ekonomik yatırımdan bahsedilirdi. Ama terör ortamında yatırım nasıl yapılabileceğine dair pek bir şey söylenmezdi. Kültürel tanıma ve kucaklaşmadan bahsedilirdi fakat kamu otoritesinin çok zayıf olduğu bir ortamda bunun nasıl yapılabileceği anlatılmazdı. O nedenle de genelde havanda su dövülürdü.
Erdoğan sadece bu gidişinde 12 milyar değerinde 140 kalem yatırımın açılışını yaptı. Ardından da tam da bahsi geçen kültürel gerilimleri gevşetecek bir adım daha attı ve Diyarbakır Cezaevi'nin müzeye dönüştürüleceğini duyurdu. İşte böylesi bir normalleşmeyi sağlamak için Diyarbakır'a toplamda 57 milyar değerinde yatırım yapılmış. Diyarbakır'a son zamanlarda gitmediyseniz gidin ve görün. Şehrin havası baştan başa dönüşmüş.
Ve bu yatırımlar teröre karşı etkin bir mücadelenin ardından gelmiş. Bu yaklaşım devam ettikçe daha da başarılı olacaktır. Uzun vadede Türkiye'nin kalıcı siyasi istikrarı ancak böyle sağlanabilir. Erdoğan'da zaten Diyarbakır'da bunun altını çizdi.