"Yeni Ortadoğu'nun şekillendirilmesi" mücadelesi Türkiye'yi değişik aktörlere karşı savaş yürütmek zorunda bırakmıştır. Bu mücadelenin evvelce yaşananlardan farkı toplumun değişik fay hatlarını da harekete geçirmesidir.
Son DAİŞ saldırısı bunun güzel bir örneğidir. Katliam sonrasında sosyal medyada başlatılan kampanyalar, toplumun bâzı kesimlerinin böylesi bir vahşete gösterilen tepkide dahi kamplaşabileceğini ortaya koymaktadır.
Saldırıyı planlayanların da bunu arzuladıkları ortadadır.
Buna karşılık saldırıyı tetikleyenin "yaşam tarzı modernliği" ile "dinî muhafazakârlık" arasındaki çatışma olduğunu iddia etmek, Ortadoğu'nun yeniden şekillendirilmesi cesametindeki bir gelişmeyi hafife almaktır. DAİŞ'in söz konusu fay hattını daha kırılgan hale getirme isteği, onun Türkiye'ye anılan "tartışma"nın taraflarından birisi olarak saldırdığı şeklinde okunmamalıdır.
Bu terör örgütü, tekfirci ideolojisi çerçevesinde, kendisini destekleyen ufak bir azınlık dışında toplumumuzun üyelerini "mürted" ve "Haçlıların hizmetkârı" olarak görmektedir.
Dolayısıyla saldırının nedeni, toplumsal fay hatlarımız değil Ortadoğu'nun şekillendirilmesi mücadelesidir. Buna karşılık, söz konusu fay hattının daha da kırılgan hale gelmemesi için neler yapmamız gerektiğini de tartışmamız gereklidir.
Yaşam tarzı, modernlik, ahlâk Türkiye, uzun süre, "Batılılaşma" ile "modernlik"in eşanlamlı olarak kullanıldığı, "alla Turca" ile "alla Franca"nın mekanik seçenekler olmanın ötesinde "modernlik," "gelenek" ve "ahlâk" alanında özgün tercihleri ortaya koyduğu bir toplumdur.
Batı ile ilişkimizin karmaşıklığı ve asırlarca "Batı"yı "Ötekileştirmiş" olmamız, Osmanlı/Türk modernleşmesinin "gelenek" ile bağdaştırma sağlamasını fazlasıyla zorlaştırmıştır.
Bu süreçte "adâb-ı mu'aşeret"in temel tartışma konusu haline gelmesi, "yaşam tarzı"nın "modernlik," "gelenek" ve "ahlâk" tercihlerini de ortaya koymasından kaynaklanmaktadır.
Bilhassa Tanzimat sonrasında "yaşam tarzı" toplumda ciddî bir fay hattı doğurmuş ve "modernlik" ile "din" arasında sorunlu bir ilişki yaratmıştır. Buna karşılık Osmanlı modernleşmesi yirminci yüzyıl başında "modernlik" ile "gelenek" arasında bağdaştırma tesisine muvaffak olmuştur.
Ancak, bu bağdaştırmanın farklı modernlikleri hayata geçirmesi söz konusu fay hattını ortadan kaldırmamıştır. Kılıçzâde Hakkı Bey'in "Dinsizler Familyası" hikâyesinin vurgulamaya çalıştığı gibi bir yandan "Alla franca" "dinsizlik" olarak algılanırken diğer yandan da onu "tekil modernlik" olarak görenler, "din"in onunla uzlaştırılamayacağını, örneğin, günün "on iki saatinin beşini" ibadete ayıran (namaz kılan) bir kişinin "yirminci asır modernliği"nde yerinin olamayacağını iddia etmişlerdir.
Erken Cumhuriyet'in yukarıdan aşağıya "tekil, estetik modernlik" inşa girişimi bu fay hattını daha da derinleştirmiştir.
Peyami Sefa'nın "Fatih-Harbiye" romanında dile getirmeye çalıştığı gibi "yaşam tarzı" toplumu ikiye bölmüş, "modern/ Batılı" hayata özenen Neriman, sadece Fatih sakinlerinin kılık kıyafetinden, sokak satıcılarından değil "minarelerde ezan"dan da rahatsız olmaya başlamıştır.
Ancak ilerleyen yıllarda Batı dışı modernliklerin yaygınlaşması, globalleşme ve küresel popüler kültürün toplumsal farklılıkları ortadan kaldıran egemenliği "yaşam tarzı" tartışmasının şiddetini kaybetmesine neden olmuştur.
Ahlâkî eylemcilik Ancak iki temel gelişme bu fay hattının Türkiye'de yeniden aktif hale gelmesine yol açmıştır. Bunlardan birincisi toplumun bir bölümünün "yaşam tarzı"nı bir "değerler" ve "ahlâk" manzumesi biçiminde kavramsallaştırmasıdır.
Max Weber'in tanımıyla bir "statü grubu" olduğunu düşünen ve toplumda uzun süre "yaşam tarzı" üzerinden "seçkinlik tekeli" oluşturmuş olan kesim, bu ayrıcalığını kaybedince tekil, diğerlerini dışlayan "modernlik"in tehdit altında olduğu algısını geliştirmiştir. Bu kesim, dindarlığın güçlenmesi, dinî hassasiyetleri yüksek modernliklerin şekillenmesi ve "dinî yorumlar" yapılmasını değerlerine yönelik tehdit olarak görmektedir.
İkinci neden ise yükselen popüler muhafazakârlığın bir kanadının "ahlâkî seferberlik"e yönelmesidir. Modern bir hisbe teşkilâtlanması olduğunu varsayan bir kesim, toplumun genelini kendi "ahlâk yorumu" çerçevesinde davranmaya zorlamanın "vazifesi" olduğunu düşünmektedir.
Bir ucunu "yaşam tarzı"nı kutsallaştıran ve her türlü "dinsellik"i tehdit olarak algılayan bir "statü grubu" diğerini de "ahlâk"ına herkesin uymasını talep eden eylemciliğin oluşturduğu kutuplaşmanın yaratacağı sorunlar ortadadır.
"Yaşam tarzı"nı "ahlâk" biçimi ve "statü" olarak sahiplenen yaklaşım ile kendisine denetim ve tecziye hakkı bahşeden "ahlâkî eylemcilik"in kıyasıya çatışan "İki Türkiye" yaratacağı, bunun ise sadece "kaybedenler"i olacağını görebilmek zor değildir.
Sorun "yaşam tarzı"nı ahlâklaştıranların her türlü "dinsellik"i tehdit olarak algılaması, bunun karşısında ise kendisini "nehy-i ani'l-münker" icracılığı ile vazifelendiren "ahlâkî aktivizm"in yükselmesinde düğümlenmektedir.
Günümüzdeki tartışmadan yola çıkarsak, bireylerin diledikleri gün arzu ettikleri kutlamayı yapmaları doğal haklarıdır. Ancak, "Yılbaşı kutlaması ve piyango bileti alımı dinen caiz midir?" sorusuna Müslüman din otoritelerinin büyük çoğunluğunun olumsuz yönde cevap vermesi şaşırtıcı olmaz. Bir din âlimi böylesi sorulara elindeki temel kaynaklara bakarak cevap verme durumundadır.
Bu sadece Türkiye ya da Müslüman toplumlara da özgü değildir. Yahudi responsa geleneğini Internet çağında ayakta tutmaya çalışan çok sayıda "Haham'a Sor" sitesi de benzer sorulara kendi kaynakları çerçevesinde cevap vermektedir.
Türkiye'de bu tür "yorum"ları sorunlu hale getiren laiklikle bağdaşmayan bürokratik bir "dinî otorite"nin varlığıdır. Bu, dile getirilen görüşe "resmiyet" kazandırmakta ve "tehdit algısı"nı güçlendirmektedir.
Ancak, son tahlilde, "yılbaşı kutlaması" konusunda "dinî yorum" yapılması bir "özgürlük"tür.
Buna karşılık "yılbaşı kutlaması dinen caiz değildir" ile "yılbaşı kutlamaları engellenmelidir" yorumları arasında büyük bir uçurum vardır.
Birincisi katılmayanların, eleştirenlerin de saygı duyması gereken bir "görüş," ikincisi ise dayatmacılık temelli bir "ahlâkî eylemcilik"tir. Benzer şekilde birincisi liberal demokrasilerin sağlaması gereken bir "hürriyet," ikincisi ise onlar tarafından engellenmesi zorunlu bir "özgürlük alanı ihlâli"dir.
Toplumsal barışı tehdit eden fay hattının "deprem tetiklemesi"nin önlenebilmesi "yaşam tarzı"nın "ahlâk"a dönüştürülmemesi, "dinî" yorumlar yapılmasının "tehdit" değil "özgürlük" olduğunun kabûlü, buna karşılık siyasî otoritenin her türlü "ahlâkî eylemcilik"i engellemesi ile mümkün olacaktır.