Geçtiğimiz hafta TBMM'ye sunularak Anayasa'da değişiklik yapılmasını talep eden kanun teklifi 1982'den günümüze yaşanan, 2014 sonrasında da ivme kazanan "sistem" tartışmasını "başkanlık" lehine çözmeyi önermektedir.
1980 darbesi sonrasında cunta liderlerinin bir anti-anayasa belgesi olarak hazırlattığı 1982 Anayasası, cumhurbaşkanına parlamenter rejimle bağdaştırılması zor ve geniş yetkiler tanımıştır. Türkiye, eşi başörtüsü takan bir siyasetçinin "Çankaya'ya çıkışı"nın önlenmesi amacıyla yaratılan "367 Oy Krizi"nin tetiklediği 2007 Referandumu'nun cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesini hükme bağlamasından dolayı, böylesi bir seçimin yapıldığı 2014'ten beri, fiilen yürütme aktörleri arasındaki sınırların akışkan hale geldiği ve güç ile belirlendiği bir "çarpık yarı başkanlık sistemi"ne geçmiştir.
Çarpık sistem
Yarı başkanlık sistemi konusunun önde gelen akademik otoritesi olan Robert Elgie, Türkiye'nin yirmi birinci yüzyılda "kendi isteği ile parlamenter rejimden yarı başkanlık sistemine geçen tek ülke" olduğunu vurgulamaktadır. Ancak bunun, uzun uzadıya düşünülerek ve ayrıntılı fayda-maliyet analizleri yapılarak alınmış bir karardan ziyade, "güç mücadelesi" çerçevesinde, el yordamıyla gerçekleştirilmiş bir dönüşüm olduğunu vurgulamak lâzımdır.
Bu zaviyeden değerlendirildiğinde zikredilen kanun teklifinin, makamların yetkilerinin güç ile belir- lendiği, kapsamlı gri alanlar yaratan bir "uygulama" yerine bu sahaların sınırlarının çizildiği bir "sistem" önermesini "olumlu" bir gelişme olarak yorumlamak mümkündür.
Böylesi bir yorumun dayanağı ise şüphesiz önerilen sistemin faydalarından ziyade yürürlükte olan, sınırları muğlâk de facto yarı başkanlık uygulamasının nihayete erdirilmesinin gerekliliği olacaktır.
Bunun yanı sıra söz konusu anayasa değişikliğinin TBMM'de onaylanması ya da halkoylaması neticesinde kabul edilmesi durumunda gerçekleşecek uygulamanın "yarar" ve "sakıncaları"ndan bahsedebilmek mümkündür.
Örneğin, kanun teklifi genel gerekçesinde vurgulanan "siyasal istikrar"ın tahkimi ve "yasama" ile "yürütme"nin bağımsızlığının artırılması alanlarında sağlanabilecek "yarar"lar vurgulanabilir. Buna karşılık, partisinden kopmayacak cumhurbaşkanının yasama temsilcilerinin belirlenmesinde etkili olmasının yaratabileceği "sakıncalar"ı tartışmak, bunun, parlamentarizmden tam anlamıyla kopmayan bir başkanlık sistemi yaratabileceğini savunmak da mümkündür.
Ancak bu tür "fayda-maliyet" analizlerinin "öncelikli" tartışmamız "olmadığı"nın altının çizilmesi gereklidir.
Konuya, üç öncelikli ve temel sorunumuzun, siyasetin güce dayalı "fiilî durum" yerine kural ve teâmüller tarafından şekillendirilmesinin sağlanması, "kimliklere kör bir demos tasavvurunun inşa edilmesi" ve "birey merkezli özgürlükçü temel sözleşme" kaleme alınması olduğu gerçeği altında yaklaşacak olursak, "herhangi bir siyasal sistem"in sağlayacağı "fayda"ların gerekli dönüşümleri yaratamayacağı ortadadır. Böylesi yapısal dönüşümleri "sistem" değiştirme yoluyla gerçekleştirmiş bir örnek de yoktur.
Sistem ve fiilî durum
Türkiye'nin en önemli siyasal sorunu uygulamayı "sistem," "yazılı kural" ve "teâmüller" yerine "fiilî" durum ve "güç ilişkileri"nin belirlemesidir.
Örneğin, üçünün de yetkileri 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu tarafından belirlenmiş olan Atatürk, İnönü ve Bayar ülkeyi "fiilen" farklı uygulamalar çerçevesinde yönetmişlerdir. İlk iki lider başkanlık rejiminin de ötesine geçen bir uygulama gerçekleştirirken Bayar bir parlamenter sistem cumhurbaşkanı olmuştur. Bu açıdan bakıldığında yasalarda ne dendiği, "sistem"in adı ve nasıl tanımlandığı önem taşımamış, "uygulama" bunlardan bağımsız olarak ve "güç" çerçevesinde şekillenmiştir. "Uygulama"nın "kurallar" çerçevesinde gerçekleşmesi yerine "kurallar"ın uygulama için esnetilmesi, gerekirse de onlara uyulmamasının meşrulaştırılması siyasetimizin Osmanlı'dan müdevver ve kemikleşmiş geleneklerinden birisidir. Etkileri günümüzde de hissedilen bu alışkanlığın "sistem" değişikliği ile izalesi mümkün değildir.
Kimliklere kör demos
Türkiye'nin ikinci temel meselesi toplumsal gerçeklikle uyumsuz ve çatışmaya zemin hazırlayan "ethnos temelli" tasavvur yerine yenisinin inşa edilmesidir. Bu yapılmadığı takdirde kangren haline gelmiş, ülkenin geleceği ve bütünlüğü- nü tehdit eden en önemli sorunumuzun halli mümkün olamayacaktır.
Kuruluşundan beri zikredilen mefkûreyi kutsamış, onu resmî ideoloji olarak içselleştirmiş bir toplumda kimliklere kör, vatandaşlık temelli bir "demos" tasavvuru geliştirilmesinin zorluğu ve bunun vâbeste olduğu zamanın uzunluğu ortadadır.
Ancak kısa sürede "gümüş kurşun" etkisi yaratmayacak ve neticelerinin ancak uzun vâdede alınabilecek olmasına karşılık bu tasavvurun inşa edilmesi ve hayata geçirilmesi gerekmektedir. Bu ise "sistem"den bağımsız olup, o alanda yapılacak değişikliklerle gerçekleştirilemez.
Özgürlükçü sözleşme
Siyasetimizin üçüncü temel meselesi "birey merkezli" ve "özgürlükçü" bir toplum sözleşmesinin çoğulcu yöntemlerle kaleme alınmasıdır.
Türkiye'nin cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluğu, bakanların nasıl atanacağı, seçim bölgelerinin genişliği benzeri "sistem" ayrıntılarının ötesinde ve bunlardan "bağımsız" olarak böylesi bir anayasa hazırlayarak toplumu, 1982'de içine sokulduğu, "özgürlük karşıtı" devlet tahakkümü yasal cenderesinden tahlis etmesi gerekmektedir.
Böylesi bir toplum sözleşmesinin kaleme alınmasının "fiilî durum"un uygulamayı şekillendirmesi hastalığına şifa getirmeyeceği ortadadır. Buna karşılık, yasal çerçeve oluşturulmaksızın demokratikleşme alanında ciddî mesafe alınmasının da imkânsız olduğu unutulmamalıdır. Bu ise "sistem"den bağımsız olarak, onun adı ne olursa olsun, gerçekleştirilmesi zorunlu bir dönüşümdür.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye'nin "sistem" tartışmasına sıkışmamasının gerekliliği ortadadır. "Sistem," son tahlilde, siyasetin işleyiş kuralları ile erkler ve aktörler arasındaki ilişkiyi düzenleyen "teknik" bir araçtır. Onun "yapısal" karakterli meselelere çözüm getirebilmesi mümkün değildir. "Sistem"den böylesi beklentiler içine girilmesinin gereksiz bir rehavet yaratarak temel hedeflerimize ulaşma alanında gecikmelere neden olacağı açıktır.
Bu nedenle Türkiye'nin etrafında kutuplaştığı "sistem" tartışmasını aşması ve o alandaki tercihi ne olursa olsun zikredilen öncelikli hedefler üzerine yoğunlaşması gerekmektedir. Bu "sistem"in önemli olmadığı, siyasette değişiklik yaratmayacağı anlamına gelmez. Buna karşılık gündemimizin öncelikli maddeleri, "fiilî durum"un değil yasal çerçevenin belirleyeceği siyaset anlayışının kökleştirilmesi, "vatandaşlık temelli, kimliklere kör demos tasavvuru"nun inşa edilmesi ve "birey merkezli, özgürlükçü toplum sözleşmesi"nin kaleme alınması olmalı, toplumsal enerjimiz bu temel hedeflerin gerçekleştirilmesine yönlendirilmelidir.