Türkiye'de uzun süre diplomasi alanında "medenî hukuk"tan daha az önem taşıdığı düşünülen "tarih"in bu alandaki öneminin anlaşılması sevindirici bir gelişme olmuştur. Laboratuarı "tarih" olan diplomasinin bu bilgiye sahip olunmadan yapılması, dış siyasetin geçmişten kopuk ve sadece güncele odaklanarak üretilmesinin beraberinde getireceği sorunlar ortadadır.
Buna karşılık dış siyaset yapımında ibrenin diğer uca kayması, tarihin laboratuar hizmeti sunmanın ötesinde söz konusu faaliyetin "bağlam"ını tesis etmesi de farklı sorunlarla karşılaşılmasına neden olabilmektedir. Buna ek olarak "imparatorluk mirasçısı" olma hususiyeti taşıyan ülkeler için bu alanda dikkat edilmesi gereken özel hassasiyetler de mevcuttur.
Tarihin "yük"ü
Sayımı 1789'da başlatırsak, Osmanlı coğrafyasında isyanlar, savaşlar ve uluslararası konferans kararları ile bağımsızlığını kazanan yirmi yedi devlet bulunmaktadır.
Filistin Arapları, Bosna-Hersek Müslümanları, Kosova Arnavutları gibi "Osmanlı sonrası"nda statüleri ciddî biçimde gerileyen topluluklar istisnâ edilirse, Türkiye dışında Osmanlı geçmişini sahiplenen, onu "ulusun/ toplumun parlak geçmişi" olarak kavramsallaştıran başka bir ülke yoktur.
Zikredilen istisnâlar içinde Osmanlı geçmişine yönelik eleştirileri dile getirenlerin sayısı da az değildir.
Bunun tarihî gerçeklikle uyum göstermediği, Osmanlı tarihinin, Türklerin tarihine indirgenemeyeceği, "Pax Ottomana"nın değişik toplumların katılımı ile inşa edildiği ve sürdürüldüğünü vurgulamak anlamlı bir yaklaşımdır. Ancak günümüzde Osmanlı coğrafyasında yerleşik folklor ürünlerinden sosyalleştirme amacıyla kullanılan ders kitaplarına ulaşan araçlarla yaratılan "Osmanlı" imajı son derece olumsuzdur.
Osmanlı merkezi ile işbirliği yapan aktörlerin bütünüyle dışlandığı ya da "hain işbirlikçiler" biçiminde resmedildiği tarih yazımı "çatışma" ve "boyunduruk kırılması" merkezli anlatımları benimsemekte, geçmişi bu kırılma noktalarından geriye doğru giderek, retrospektif biçimde inşa etmektedir. Bunun neticesinde "asırlar süren işgal," "milletçe direniş," "toplumun/ ulusun yeniden doğuşu" benzeri temalar ön plana çıkarak "Osmanlı dönemi" "milletin tarihinin karanlık parantezi" haline getirilmektedir.
Yunanlılar için "Tourkokratia" böylesi bir parantez olurken, Bulgar tarih yazımı işbirlikçi "çorbacılar"ın "ihaneti"ni vurgulamakta, Arap milliyetçi tarihçiliği geçmişi, "Tanzimat'ı bilinçli biçimde uygulamayarak Arapları geri bıraktıran" Osmanlı ricâli ile "şüheda"yı katleden "vahşi" İttihadçı liderleri suçlama temelinde inşa etmekte, dört yüz yıllık bir süreç bu çerçevede ve "çatışma" temelinde değerlendirilmektedir.
Din ve mezhebi ön plana çıkaran tarih anlatımlarında çizilen Osmanlı imajı da farklı değildir. Örneğin, Şiîler, kendilerini "Sünnîleştirmeye çalışan, bunu başaramayınca baskıcılığı dayanılmaz boyutlara yükselten," Vahhabiler ise "taklitçi, bid'at temelli" bir ideolojiyi "gerçek" Müslümanlara dayatan bir "Osmanlı" portresi çizmekte, bunu yaparken de tarihî gelişmeleri diledikleri gibi kullanmaktadırlar.
Örneğin, Mukteda el-Sadr'ın dedesi İsmail el-Sadr'ın da dahil olduğu Şiî müçtehidlerin 1914'te Osmanlı devletini destekleyen cihad fetvaları verdiği, bazılarının eline silah alarak fiilen savaşa katıldığı, daha sonra Suudî Arabistan'ın kurucusu olacak Abdülaziz ibn el- Sa'ud'un aynı yıl paşa ûnvanıyla Osmanlı valisi olmayı kabul ettiği benzeri detaylar, bu tarih yazımında göz ardı edilmektedir.
Dolayısıyla inşa ediliş ve yeniden üretiliş biçimleri nedeniyle, istisnâlar haricinde, Osmanlı geçmişi Türkiye dışındaki Osmanlı coğrafyasında son derece "olumsuz" biçimde kavramsallaştırılmaktadır. Bunun düzeltilmesini talep etmek doğal olarak anlamlıdır.
Tarih ve realpolitik
Buna karşılık söz konusu "Osmanlı imajı"nın "tarih"i dış siyaset yapımında kullanılacak faydalı bir "araç" yerine netice alınmasını zorlaştırabilecek bir unsur haline getirdiği gerçeğini görmek gereklidir. Bunun inkârı, "olgularla kavga etme" demektir. Dolayısıyla bir yandan akademik girişimler, kültürel programlar, ortak eserler aracılığıyla yaratılan Osmanlı imajının sorunları dile getirilir, mevcut önyargıların tashihine çalışılırken, öte yandan da bilhassa dış siyaset yapımında onu "göz ardı edilemeyecek bir hassasiyet" olarak değerlendirmek gereklidir.
Bu yapıldığında stratejik çıkarları Türkiye ile örtüşen değişik Arap ülkelerinin Arap Birliği'nin "Musul'da Türk askeri istememe" korosuna katılmaları, sınırdaş olmayan devletlerin askerleri Suriye'de kıyasıya savaşırken, gelişmelerden en fazla etkilenen ülkelerin başında gelen Türkiye'nin soruna müdahalesinin coğrafyamızda büyük tartışmalar yaratması benzeri gelişmelerin arkasındaki neden daha iyi görülecektir.
Bu, şüphesiz, Türkiye'nin kendi coğrafyasındaki sorunlara sırt çevirmesi, onlarla ilgilenmemesi anlamına gelmez. Ancak, Türkiye, bölgesinde "status quo"nun yeniden belirlendiği, sınırların yeniden çizildiği bir süreçte dış siyaset üretirken, bunu "realpolitik çerçevesinde çıkarlarını korumaya çalışan bölgesel güç" olarak, güncellik bağlamında yapmalı, "tarih kullanımı"nı olguları dile getirmekle sınırlamalıdır.
Böylesi bir yaklaşım, zikrettiğimiz sürecin dışında kalması mümkün olmayan Türkiye'ye "neo-Osmanlıcılık," Sünnî koruyuculuğu temelli "mezhepçilik" benzeri eleştirilerin yöneltilmesini, onun diğer bölgesel güçlere atfedilmeyen "gizli planlar," "kökleri tarihin derinliklerine inen ihtiraslar" ile suçlanmasını da zorlaştıracaktır. Tekrar etmek gerekirse, bâzıları Türkiye'de de revaç bulan bu suçlamaların tutarsızlığı, onlar dile getirilirken kullanılan bilgilerin yanlışlığı, bunların "olgu"lar olarak değerlendirilmesini engellememelidir.
Bu alanda benzer hassasiyetlerden etkilenmekte olan Rusya ve bilhassa Avusturya dış siyaset yapımından alınabilecek önemli dersler vardır.
"Tarih" şüphesiz dış siyaset yapımı alanında vazgeçilmesi mümkün olmayan bir dayanaktır. Ancak, Balkanlar'dan Kafkasya'ya, Kuzey Afrika'dan Basra Körfezi'ne ulaşan bir alandaki toplumların ezici çoğunluğunun Türkiye'yi "Pax Ottomana"nın mirasçısı değil reddettikleri bir "karanlık parantez"i kutsayarak onu yeniden yaratmayı hedefleyen, "emperyal ihtiraslara sahip tehdit" olarak gördüğü gerçeği, onun bu alanda araçsallaştırılmasında fazlasıyla dikkatli olunmasını gerekli kılmaktadır.
Dış ilişkiler alanında son derece zorlu bir süreçten geçen Türkiye'nin bu alanda ihtiyatlı bir tutum takınması, genellikle varsayılanın tersine, onun elini ve pazarlık gücünü kuvvetlendirecektir.
Böylesi bir yaklaşımın benimsenmesi, bunun yanı sıra, aşırı ölçüde "tarih" temeli ve vurgularına dayanan, "geçmiş bağlamı"nda üretilen dış siyaset yapımı neticesinde "güncellik" ve "realpolitik"ten kopulmasına da engel olacaktır.