Lausanne Antlaşması, tarihimizin kilometre taşlarından birisini oluşturmasına karşılık Türkiye'nin siyasal rejimini belirleyen ya da "değiştirilmesi teklif edilemez hükümleri âmir" bir belge değildir.
Antlaşma imzalandıktan sonra cumhuriyet ilân eden Türkiye, yaklaşık sekiz ay süre ile de hilâfet kurumunu bünyesinde tutmuştur. Bu alanlarda alınan kararlar antlaşmanın getirdiği yükümlülüklerden değil ülkenin lider kadrosunun tercihlerinden kaynaklanmıştır.
Lausanne ile onun maddeleri çerçevesinde imzalanan sözleşmelerin bâzı hükümlerinden memnun olmayan Türkiye süreç içinde bunların değiştirilmesine çalışmış ve çabalarında, dönem ortamının da yardımıyla, başarı sağlamıştır. İskenderun Sancağı konusundaki girişimler, antlaşmanın çizdiği Suriye sınırını değiştirmiştir. Bunun yanı sıra Boğazlar'dan geçiş ile bölgenin silahsızlandırılacak alanlarını Lausanne'ın 23. Maddesi'nde zikredilen ilkeler çerçevesinde düzenleyen konvansiyonu çıkarlarına aykırı bulan Türkiye bunu 1936 Montreux Sözleşmesi ile ikameye muvaffak olmuştur.
Lausanne'ın "siyasal rejim" ve "toprak bütünlüğü"yle ilintilendirilmesi onun "zafer-hezimet" bağlamında tartışılmasına yol açmakta, bu ise genellikle bilgiden yoksun biçimde yapılmaktadır. Antlaşmayı imzalayan İsmet Paşa (İnönü)'nün tek parti dönemi siyasetindeki rolü de konunun bu sığ bağlamda değerlendirilmesine önemli katkıda bulunmaktadır.
Buna karşılık Lausanne'da değişik konularda sahiplenilen tezleri tarihî bağlam ve verilere dayanarak tahlil ettiğimizde bütüncül "zafer-hezimet" yargıları yerine antlaşmanın olumlu ve olumsuz yönleri hakkında değerlendirmelere ulaşmamız mümkün olabilmektedir.
Ege adaları 1912-1913'te terk edilmiş miydi?
Son günlerde Lausanne'ın Ege Adaları hakkındaki hükümleri etrafında başlatılan tartışmanın bu çerçevede gerçekleştirilmesi anlamlı olurdu. Ancak bu münakaşa da "sekülerleştirici ölüm fermanı"ndan "siyasal İslâm'ın kavga ettiği belge"ye ulaşan zeminlerde ve "zafer-hezimet" kutupları etrafında yapılmaktadır.
Bu gerçekleştirilirken de "uzmanlar"ın sunduğu Ege Adaları'nın 1912 Ouchy ve 1913 Atina antlaşmaları ile "kaybedilmiş" olduğu "bilgi"sine dayanılmaktadır. Dolayısıyla tartışma sadece "zafer-hezimet," "ölüm fermanı- kurtuluş belgesi" benzeri sığ bağlamlarda değil bunun yanı sıra "bilgisizlik" temelinde yapılmaktadır.
1912 Ouchy Antlaşması iddiaların tersine İtalya'nın Trablusgarb Savaşı sırasında işgal ettiği Güney Ege adalarının (Dodecanese) Osmanlı Devleti'ne iadesini düzenlemiştir. Antlaşmanın ikinci maddesine göre tarafeyn Trablusgarb ve Bingazi ile adalardan eşzamanlı olarak çekilecekti. Osmanlı Devleti, Balkan Harbi sırasında Yunanlıların eline geçeceği endişesiyle İtalyanların adalardan çekilmeyi geciktirmesine göz yummuştur.
İtalyan işgali altındakiler ve Girit dışında kalan adaların statüsü 30 Mayıs 1913'te imzalanan Londra Antlaşması ile Büyük Devletler'in alacağı karara bırakıldığından Kasım ayında Yunanistan ile akdolunan Atina barış antlaşması bu konuda hükümler içermemiştir.
Yaklaşık iki ay sonra, Büyükelçiler Konferansı, Çanakkale Boğazı'nın ağzında olmaları nedeniyle Gökçeada ve Bozcaada, Anadolu'ya yakınlığından dolayı da Meis'in Osmanlı Devleti'ne iadesi, diğer adaların ise Yunanistan'a verilmesini kararlaştırmıştır. Osmanlı Devleti bunu tebliğ eden 14 Ocak 1914 tarihli notaya verdiği cevapta kararı protesto etmiş ve ona uyma taahhüdünde bulunmaktan kaçınmıştır.
I. Dünya Savaşı'nın başlamasına kadar geçen süre içinde adaların statüsü konusunda yoğun pazarlıklar yaşanmıştır. Osmanlı Devleti Midilli ve Limni adalarının Yunanistan'a bağlanmasını kabul etmeyeceğini, bunu önlemek için gerekirse savaşı göze alacağını değişik diplomatik zeminlerde beyan etmiştir. Bir üçüncü Balkan savaşını engellemek isteyen Büyük Devletler ise söz konusu adalara özel statü tanınmasından, İtalyan işgali altındaki adaların Yunanistan'a verilmesi karşılığında Midilli'nin Osmanlı devletine iadesine uzanan projeler geliştirmişlerdir.
Temmuz Krizi öncesinde diplomatik mehâfildeki egemen kanaat On İki Ada karşılığında Kuzey Ege adalarından bâzılarının Osmanlı Devleti'ne bırakılacağı yolundaydı. Venizelos da Mayıs ayında Hıristiyan yönetici, demografik yapının değiştirilmemesi benzeri garantiler verilirse On İki Ada karşılığında Midilli'nin Osmanlı egemenliğine dönmesini tartışabileceklerini İngilizlere iletmişti.
Lausanne tezleri
Harb-i Umumî bu alandaki pazarlıkları durdurmuştur. İtalya'nın savaşa girmesi amacıyla imzalanan gizli 1915 Londra Antlaşması ise On İki Ada'nın bu devletin egemenliğine geçişini tanıma vaadini içermiştir. Buna karşılık, 1919 Venizelos- Tittoni uzlaşması, İtalya'nın Rodos dışındaki adaları barış anlaşması sonrasında Yunanistan'a bırakmasını karara bağlamıştır. Giolitti hükûmeti 1920'de bu uzlaşmayı tanımadığını ilân etmiş, ama İtalya, İngiliz baskısı altında Sèvres Antlaşması'nı imzalayınca devir için gerekli şart yerine getirilmiştir.
Bu gelişmeler çerçevesinde Türkiye'nin Lausanne Konferansı'nda On İki Ada üzerinde yoğunlaşmasının anlamlı olacağı açıktı. Osmanlı Devleti'nin Ocak 1914 Büyük Devletler notasına uyacağını taahhüt etmemiş olmasına rağmen 1913 Londra Antlaşması hukuken Türkiye'nin manevra alanını sınırlıyordu. Buna karşılık gizli antlaşmalar ile İtalya'ya sunulan vaatler, bu devlet ile Yunanistan arasındaki pazarlıklar Türkiye'yi bağlamıyordu.
Ancak Türkiye konferansta evvelce gündeme gelmemiş olan Semadirek adasının iadesi ile Kuzey Ege Adaları'nın bir bölümü için özel rejim talebinde bulunarak hukuken zayıf olduğu alana yönelmiştir. On İki Ada üzerindeki İtalyan egemenliğini onaylayan Türkiye, Büyükelçiler Konferansı'nın 1914'te geri verdiği ve savaş sırasında Fransız donanması tarafından işgal edilerek, 1921'de İtalyanlara bırakılan Meis üzerindeki haklarından da vazgeçmiştir.
Hukukî dayanaklarının güçlü olduğu alan yerine zayıf kaldığı bölge üzerine iddialarda bulunan Türkiye, savaş galibi devletlerin, Batı sınırlarının belirlenmesinde kullandığı temel kıstaslarından birisi olan "1914 status quo"sundan geride bir çözüme rıza göstermiştir.
Hukuken kuvvetli olunsa da 1922- 23 yıllarında Avrupa'nın yükselen gücü Faşist İtalya'ya karşı diplomatik başarı sağlamanın zorluğu farklı bir tartışma konusudur. Ancak bu, Lausanne'da Ege adaları konusunda savunulan tezlerin, İngiltere'ye karşı geliştirilen "hem Musul hem petrol" siyaseti gibi hatalı olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bu, Lausanne'ın "hezimet" olduğu anlamına gelmediği gibi, söz konusu tezler de İsmet Paşa'nın kişisel görüşlerine indirgenemez. Buna karşılık, bunların tartışılmasının "kutsal bir metne hakaret" olarak değerlendirilmesi de böylesi yaklaşımlar kadar sorunludur.