15 Temmuz darbe girişimi, silahlı kuvvetlerin komuta kademeleri ve subay kadrosunun küçümsenemeyecek bir bölümünün katılımına karşılık, son tahlilde, bir "askerî cunta eylemi" olarak değerlendirilemez.
Bu eylem, ideolojik bir yapılanmanın "askerî kanat"ı tarafından gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla, ordunun bir kurum olarak siyasete müdahalesi olarak yorumlanamayacağı gibi geçmişin "ordu cuntaları" ile de aynı kefeye yerleştirilemez.
Bu açıdan ele alındığında 15 Temmuz eylemi, benzetildiği 1960 darbesi ve 1962- 63 Talât Aydemir kalkışmalarından ziyade 1859 Kuleli Vak'ası, 1908 İhtilâli ve Millî Demokratik Devrim Hareketi'nin akim kalan 9 Mart 1971 girişimiyle ortak noktalar taşır.
Eylemci yapılar-askerî kanat
Uzun süre praetoryan karakteri güçlü bir rejim altında yaşayan toplumda radikal dönüşümleri gerçekleştirmek isteyen hareketler, 1826 sonrasında da amaçlarına ulaşabilmek için anahtar kurumun silahlı kuvvetler olduğunu düşünmüş, hedeflerine "kısa yol"dan ulaşabilmek için en etkili aracın ise bu çerçevede oluşturulacak "askerî kanat" olduğunu varsaymışlardır.
Islahat Fermanı ile gayrimüslimlere bahşedilen "eşitlik" ve büyük şehirlerde gözlemlenen aşırı Batılılaşmaya karşı Süleymaniyeli Şeyh Ahmed liderliğinde örgütlenen muhafazakâr bürokratlar ve ulemâ, Sultan Abdülmecid'e suikast hedeflerine ulaşabilmek için bir askerî kanat oluşturmayı gerekli görmüşlerdi.
1859 yılında bir ihbar neticesinde çökertilen bu yapılanma, Tanzimat sonrası Müslüman kitlede karşılık bulan muhafazakâr eylemciliğin rüşeym halinde iken bastırılan örgütlenmelerinden birisiydi. Buna karşılık ilerleyen yıllarda, farklı bir ideolojiyi benimseyen bir örgüt tarafından oluşturulan "askerî kanat" başarıya ulaşmasının yanı sıra orduyu da teslim alacaktır.
Jön Türklerin başarısız darbe girişimleri sonrasında 1906 yılında yeniden örgütlenen Osmanlı Terakki ve İttihad Cemiyeti, bilhassa Selânik'te kurulmuş olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile birleşmesi sonrasında son derece güçlü bir askerî kanada sahip olmuştu.
Örgütlenmenin ilerleyen aşamalarında bu kanat cemiyetin belkemiğini oluşturmuş; ancak örgüt para-militer karakterine karşılık, bir "ordu cuntası"na dönüşmemişti. "İnkılâb-ı Azîm" bir "askerî darbe" değildi, milliyetçi vurguları güçlü bir ideolojinin birleştirdiği örgüt mensupları da "cunta"ya indirgenemeyecek karmaşıklıktaki bir yapının üyeleri idiler. Onları "dava arkadaşı" haline getiren çimento işlevi gören bu ideoloji entelektüel mehâfilde yaygın destek buluyordu.
İmparatorluğun son yıllarında siyasete ağırlığını koyan İttihad ve Terakki Cemiyeti, bir ideoloji etrafında örgütlenen, askerî kanadı güçlü ihtilâlci yapıların çarpıcı örneklerinden birisi idi. 1908 sonrasında eski Osmanlı coğrafyası başta olmak üzere pek çok ülkede onun taklitleri ortaya çıkacaktır.
İlginç olan ilerleyen yıllarda Türkiye'de askerî kanadı güçlü, üyeleri ideolojik aidiyeti içselleştiren bir yapılanmanın İttihad ve Terakki üzerinden değil Ba'as partilerini takliden örgütlenmesidir. Sol-milliyetçi "millî demokratik devrim" ideolojisi etrafında örgütlenen, askerî kanadı güçlü eylemcilik 9 Mart 1971 tarihinde Ba'as benzeri bir rejim kurma amacıyla darbe girişiminde bulunmuş; ancak teşebbüs komuta kademesinin müdahalesi ve üst düzey askerî kanat üyelerinin bir bölümünün saf değiştirmesi nedeniyle akim kalmıştı.
Türkiye'de 1980 ilâ 15 Temmuz darbesi arasında yaşanan askerî müdahalelerin ordunun "siyaset"in alanını sınırlama çabaları çerçevesinde gerçekleştirilmiş olması son kanlı girişimin de benzer biçimde kavramsallaştırılmasına neden olmaktadır. Buna karşılık, 15 Temmuz, son çarpıcı örneği 1971'de yaşanan, bir "askerî kanat" eylemidir. Bu, ordunun siyasete "çeki düzen vermesi"ni arzulayan, muğlâk idealler üzerinden "vesayet"i savunan subayların değil bir ideoloji etrafında birleşen kadronun eylemidir.
Toplumsal taban
Bu kadronun eyleminin başarısızlığında söz konusu ideolojinin toplumsal taban yoksunluğu önemli rol oynamıştır. "Hatadan münezzeh" olduğu savunulan "yol gösterici" dinî lidere bağlılık dışında topluma verecek mesajı olmayan, aidiyet iddia ettiği muhafazakâr camiada marjinalliğin ötesine gidemeyen kapalı bir yapı, askerî kanadının küçümsenemeyecek gücü ve şiddet kullanımına rağmen başarısızlığa uğramıştır. Bunun önde gelen nedeni ise askerî planlama hataları ve eylemin öne çekilmesi benzeri "teknik" sorunlardan ziyade "toplumsal taban yokluğu"dur.
Tarihî örneklere bakacak olursak, Fedâîler Cemiyeti'nin savunduğu tezler Müslüman kitlede yaygın destek görüyordu. "İnkılâb-ı Azîm" eyleme dönüşerek Rumeli şehirlerinde "hürriyet" ilân olunduğunda ahali bayraklarla sokağa dökülmüştü. 9 Mart Cuntası hedeflediği Ba'as benzeri rejimi kurabilseydi toplumun genelinin olmasa bile sol-milliyetçi entelektüellerin desteğini alabilecekti. Ancak 15 Temmuz darbecileri eylemlerini neticelendirseler dahi toplumsal taban yokluğu nedeniyle, yapacakları katliamlara, dökecekleri kana karşılık Türkiye'yi yönetemeyeceklerdi.
Siyaset, ordu, askerî kanat
15 Temmuz darbesi sonrasında karşı karşıya bulunduğumuz mesele ordunun darbeci eğilimlerini engelleyici tedbirler alınmasından ziyade ideolojik bir yapılanmanın askerî kanadının çökertilmesi, bunun yeni çılgınlıklara girişmesini önlemektir. Bu kapalı yapılanma süreç içerisinde böylesi teşebbüslere kalkışabilir, ancak toplumda ciddî bir karşılığı olmaması nedeniyle başarı şansı yoktur.
O nedenle, Türkiye'nin önündeki sorun marjinallik engelini şiddet ve gayrimemnun toplumsal kesimlerle ittifak yaparak aşmaya çalışan bir yapının diğer örgütlenmelerinin yanı sıra askerî kanadının da devre dışı bırakılmasıdır. Bunun sonrasında ise ordu içinde benzer örgütlenmelerin gerçekleşmesini önleyecek tedbirler alınmalı ve bunlar taviz vermeden uygulanmalıdır.
İki farklı sorun
Bu âcil ihtiyaç, asker-siyaset ilişkilerinin demokratik kurallar çerçevesinde şekillenmesi ve toplumun "silahlı kuvvetler etrafında, onun emrinde" örgütlenmediği bir modelin hayata geçirilmesi girişimlerinin gereksiz olduğu anlamına gelmez.
Ancak kanıksadığımız, ordunun merkezde yer aldığı toplum modelinden "millet- i gayr-ı müsellâha" örgütlenmesine geçişin şu anda karşı karşıya bulunduğumuz öncelikli sorundan oldukça farklı bir konu olduğunu unutmamak zorunludur.
O nedenle öncelikli sorun üzerine yoğunlaşırken, son derece kapsamlı bir dönüşümü beraberinde getirecek diğer konuyu suhûletle, çoğulcu tartışmayla ve "bir daha darbe olmasın" yaklaşımının ötesine geçerek ele almak gereklidir.