Kalkınmacı muhafazakârlık, çoğunluğu sistem dışı müdahaleler neticesinde oluşan aralıklar dışında Türkiye'de "siyasal iktidar tekeli" kurmuş bir ideolojidir. Ancak bu ideolojinin doğuş ve iktidarını çok partili rejimin ilk serbest seçimiyle başlatmak doğru değildir.
Neo-patrimonyal kalkınmacılık
Kalkınmacı muhafazakârlık, kökleri, Tanzimat modernleşmeciliğine tepki olarak şekillenen II. Abdülhamid rejiminde bulunabilecek bir ideolojidir. Ağır bir mağlubiyet ve kapsamlı toprak kaybı ile neticelenen 1877-78 Osmanlı-Rus harbi sonrasında iktidarı tedricen Bâb-ı Âlî'den Yıldız Sarayı'na taşıyan genç sultan, inşa ettiği yeni patrimonyal düzen içinde, "kalkınma" ve Batı ile "rekabet" hedefli bir "muhafazakâr" ideolojiyi şekillendirmiştir.
Hicaz ve Bağdat demiryolları, telgraf hatları, sulama kanalları benzeri kapsamlı altyapı projelerinin hayata geçirilmesi, sınırlı kaynakların üretken yatırımlarda kullanılması neticesinde, yüksek borç ödemeleri, Penjdeh Krizi sonrasında yönelinmek zorunda kalınan "silahlı tarafsızlık" siyasetinin neden olduğu askerî harcamalar ve 1873-1896 arasında yaşanan modern tarihin en uzun fiyat deflasyonunun olumsuz etkilerine karşılık, Osmanlı ekonomisi, bu dönemde, düzenli bir gelişim göstermiştir.
Rejim, iktisadî gelişmenin yanı sıra bürokratik modernleşmeye de ağırlık vermiş, örneğin istatistik kullanımını yaygınlaştırmış, bunun yanı sıra kapsamlı bir eğitim hamlesi başlatarak, memur yetiştiren yüksek okullar kurmuştur. "Kalkınma" hedefli yeni ideoloji, buna ilâveten, yeni bir "modernlik" tanımı çerçevesinde muhafazakârlık ile sentez oluşturma gayreti içine girmiştir. Bunun sonucunda yirminci yüzyıla gelindiğinde Tanzimat sonrası Batıcı tasavvurun öngörmediği türde bağdaştırıcı, yerel değerleri içselleştirmiş bir "Osmanlı modernliği" yaratılmıştır.
II. Abdülhamid rejimi, "kalkınma" ve "bağdaştırıcı modernlik" alanlarında gösterdiği başarılara karşılık, siyasette "kişi kültü" temelli, güçlü bir patrimonyalizme dayanmıştır. Sultan, rejiminin "istibdad" olduğu iddialarını reddederek, onun "hürriyet- i kanuniye" olarak tanımlanması gereken bir "otokrasi" olduğunu savunmuştur. Ancak dönemin Osmanlı toplumunda söz konusu iki kavramı ayıran çizgilerin fazlasıyla akışkan karakter arz ettiğini belirtmek hatalı olmaz.
Kalkınmacı muhafazakârlığın Osmanlı serüveninde karşılaştığı temel sorun, bu ideolojinin ekonomik gelişme ve yerel kültürel değerler ile çatışmayan bir modernlik yaratma alanlarındaki başarısına karşılık, çoğulculuk ve katılımcılık benzeri "siyasal" taleplere cevap verememesiydi. Bu nedenle "kalkınmacı muhafazakârlık" değerlendirme açısına göre "başarılı" ya da "başarısız" bulunabiliyordu.
Cumhuriyet dönemi
1908 İhtilâli, beraberinde getirdiği pek çok değişimin yanı sıra, "kalkınmacı muhafazakârlık" ideolojisinin uzun süren iktidarına da son vermişti. Yeni dönemin egemen siyasal örgütü İttihad ve Terakki Cemiyeti ile Erken Cumhuriyet'in tek partisi CHP, bu ideolojiyi "siyasal" yönü üzerinden yargılayarak "gerici" olarak yaftalamış ve mahkûm etmişti.
İlginç olan, bu "siyasal" eleştirileri dile getiren İttihad ve Terakki ile CHP'nin de "kurum" ve "kişi" kültüne dayanarak "millî hakimiyet" ve "halkçılık"ı sadece "söylem" olarak kullanmalarıydı. Bu yapılırken muhafazakârlık "modernleşme karşıtlığı" olarak kavramsallaştırılıyordu.
Bu koşullar, fiilî siyaset yasağı getirilen "kalkınmacı muhafazakârlık"ın ikinci bileşe- ninin güçlenmesine yol açmıştır. Ancak, çok partili rejime yumuşak inişle geçildiğinde beklenenin tersine "kalkınmacı" boyutun ön plana çıkarıldığı bir siyasal hareket şekillenmiştir.
Bu ideoloji 1950 sonrasında, Demokrat, Adalet, Anavatan ve Adalet ve Kalkınma partileri aracılığıyla siyaset tekeli tesis etmiştir. Onun iki bileşeni arasındaki denge dönemsel değişimler yaşamış, ancak tek yönlü, düz bir gelişim çizgisi izlememiştir.
Hareketin siyasal boyuttaki "motor gücü," onu kitleler nezdinde çekici kılan "kalkınma" vurgusu olmuştur. Bu diğer bileşenin toplum üzerinde etkisi olmadığı anlamına gelmez; ancak "kalkınmacı" boyuttan yoksun "muhafazakârlık," Türkiye'de ana akım siyasete dönüşememiş ve "iktidar" alternatifi olamamıştır.
Demokrasi ve lider
Kalkınmacı muhafazakârlık toplumumuzda on dokuzuncu yüzyılda güçlü lider kültü altında ve "otoriter" bir rejimde şekillenmişti. Bu, siyasetin genel anlamda böylesi karaktere sahip olduğu bir toplumda fazla da şaşırtıcı değildi. Kalkınmacı muhafazakârlık karşıtları da "örgüt ve şahıs kültleri" ötesine giden, "çoğulcu ve katılımcı" siyasal hareket ve tasavvurlar geliştirememişlerdi.
Kalkınmacı muhafazakârlığın sistem dışı müdahaleler dışında siyaset üzerinde tartışılmaz bir egemenlik kurmuş olması bu olgunun önemini artırmaktadır. Güçlü liderlik eliyle sürdürülen "kalkınma" ve toplumsal değerlerle barışık modernleşme, toplumsal taleplerin önemli bir kısmına cevap vermekte, bu nedenle de bu ideolojiyi savunan hareketler siyasete egemen olmaktadır.
Burada önemli olan kalkınmacı muhafazakârlığın "iktidar" olduğu süreçlerde kendi bileşenleri üzerine yoğunlaşırken hareket içi ve toplumsal "demokrasi"ye ikincil önem atfetmesidir. Diğer bir ifadeyle doğası icabı "otoriter" karakter taşıyan devletçi modernleşmeciliğin karşı tezi olan kalkınmacı muhafazakârlık, kendisini "iktidara taşıyan süreçler"de "demokrasi" talepleri üzerine yoğunlaşmakta, gücü eline aldığında ise karizma temelli, güçlü liderlik vurgularına sahip siyaseti benimsemektedir.
Diğer bir ifadeyle, imparatorluk döneminde "otoriter" siyaset altında yükselen kalkınmacı muhafazakâr hareket, 1950 sonrası iktidar deneyimlerinde de patrimonyal liderlik veyahut daha olumlu bir yorumla Weber'in karizmatik- plebisitçi liderlik "demokrasisi" ötesine giden tasavvurlar üretememiştir.
Bu ideolojiyi benimseyen hareketler, süreç içinde, ekonomi ve bağdaştırıcı modernlik yaratma alanlarındaki başarılarına karşın, çoğulcu siyaset taleplerini karşılamakta yetersiz kalmışlardır. Bunu kişiselleştirmeden, yapısal bir sorun olarak ele almak ve çözümler üretmek gerekmektedir.
Bu değerlendirme yapılırken, "muhafazakârlık"ın "çoğulculuk" üretmesinin mümkün olmadığı benzeri "özcü" yaklaşımlardan sakınmak gereklidir. Değişik Avrupa toplumları ve ABD'deki tarihî örnekler bunun tersini ortaya koymaktadır.
Bunun da ötesinde sorunun çözümü için onun "varlığının kabûlü" gerekmektedir. Türkiye'nin çoğulcu ve katılımcı siyasete; köprüler, yollar, tüneller ile yaşam tarzı üzerinden tanımlanmayan "modernlik" tasavvuru kadar ihtiyacı olduğu görüldüğünde, yüz elli yıllık bir ideoloji en önemli sorununa çözüm üretme adına ilk adımı atmış olacaktır.