Uzmanlığı dışındaki konularda medya görünürlüğü yüksek bir jeoloji profesörünün bir mülâkatta dile getirdiği ifadeler kendisinin "ne dediğinin farkında olmayan bir meczub" biçiminde eleştirilmesine yol açtı.
Adı geçen profesörün "dışkı yedirmenin işkence olmadığı" yolundaki ifadesinin fazlasıyla sorunlu olduğu ve zikredilen türde bir yaftalamaya zemin hazırlayabileceği ortadadır. Buna karşılık, bu kişinin anılan mülâkatı ile benzer açıklamaları dikkatle okunduğunda ortaya çıkan tablo "söylediklerinin farkında olmayan şahıs" görüntüsünün oldukça uzağındadır.
Diğer bir ifadeyle, ortada bir "incizâb" vardır; ancak bu "olumlu" anlamda, güçlü bir "cezb"dir.
Söz konusu profesör de olumsuz mânâda "meczub" değil, bir geleneğin saf halini oldukça iyi kavrayarak onu köktenci yorumlar yardımıyla aslına sadık biçimde inşa etmeye çalışan bir şahıstır.
Kemalizm ve demokrasi
Entelektüel tartışmamızın temel sorunlarından birisi Erken Cumhuriyet rejimi ile 1930'lu yıllarda şekillenen Kemalist ideolojinin kavramsallaştırılma biçimidir.
Türkiye, yeni devlet kurulurken, 1908-
1912 dönemi ve Kongreler İktidarı ile İstiklâl Harbi sırasında yaşanan çoğulcu deneyimlere sırtını çevirerek, İttihad ve Terakki tarafından Bâb-ı Âlî Baskını sonrasında hayata geçirilen "ilerlemeci tek parti" rejimine yönelmiştir.
Bu yönelim, Takrir-i Sükûn Kanunu ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kapatılması ile belirgin hale gelmiştir. Genellikle varsayılanın tersine Türkiye tek parti rejimine otoriter ve totaliter rejimlerin yaygınlaştığı 1930'lu yıllarda değil, Macaristan ve İtalya ve Sovyetler Birliği dışındaki Avrupa devletlerinde çoğulcu rejimlerin sürdürülmeye çalışıldığı bir dönemde yönelmiştir. Bu tercih ise bir toplum mühendisliği projesinin hayata geçirilmesi amacıyla ve bilinçli olarak yapılmıştır.
Serbest Cumhuriyet Fırkası'nın kurulması ve kısa süre içinde kendisini feshetmesinin de ortaya koyduğu gibi rejimin gidebildiği en uç nokta "güdümlü demokrasi" olmuş, ancak onu bile "uygulanamaz" bulmuştur.
Dolayısıyla Erken Cumhuriyet rejiminin demokrasiyi hedeflediği ve onun temellerini atmaya çalıştığını iddia etmek tarihî olgular ile çelişmektedir.
Unutulmamalıdır ki, 1930'lu yıllarda şekillenen "sağ" ve "sol"
Kemalizmlerin her ikisi de yukarıdan aşağıya "otoriter ilerlemecilik"i savunmuşlardır.
Egemen "sağ" Kemalizm bu dönemde Avrupa'da yaygınlık kazanan otoriter ve totaliter rejimlerden etkilenmiş, cılız kalan "sol" Kemalizm ise Marksist tahlil araçları kullanarak, ancak muhafazakâr Tatkreis hareketinden de ilham alarak, "Türk Devrimi"nden kapitalizm ve sosyalizm dışında üçüncü bir "model" çıkartmaya çalışmıştır.
Aralarındaki farklılıklara karşın Kemalist yaklaşımlar temel tezleri açısından önemli benzerlikler gösterirler.
Bunların en önemlileri seküler temelli kutsal lider kültü, bilimcilik, seçkincilik ve güçlü demokrasi aleyhtarlığıdır.
"Türk inkılâbının gizli ruh illetlerinin doğurduğu bir peygamberde değil, herşeyiyle tam bir insan zekâsında, hakikî bir dehâda ifadesini bulmuş" olduğunu ileri süren "sağ" ve insanüstü vasıflarla kutsadığı "Şef"in toplumsal ilerlemedeki belirleyiciliğini vurgulayan "sol" Kemalizm bilimin toplumsal yaşamı şekillendirmesinin gerekliliği alanında da benzer görüşleri savunmuştur.
Bunun yanı sıra Gustave Le Bon'dan etkilenen sağ ve sol Kemalistler, çoğulculuk ve demokrasiyi sadece uygulamaya konan toplumsal mühendislik projesine yönelik tehditler olarak görmemişler, "dâhi sosyolog"larının izinde onları "keşmekeş" sıfatıyla aşağılamışlardır.
Köktenci münşî
Bu tarihî arka plan gözönüne alındığında söz konusu profesörün haksız eleştirilere marûz bırakıldığı ortadadır. O, tarih bilgisinin zayıflığına rağmen, bir geleneğin aslî vasıflarını esaslı biçimde kavrayarak onu yeniden inşa etmeye çalışan bir kişidir.
Bu açıdan bakıldığında yönetenin "dâhi" olması durumunda "gücün tek elde toplanması"nın yararlı olduğunu belirten jeoloji profesörü Kemalist ideolojinin temel tezlerinden birisini tekrarlamaktadır.
Onun seçkinci, oligarşiyi demokrasiye tercih eden görüşleri ile "en ileri halk kümeleri dahi kendi başlarına bırakılırlarsa, kendi menfaatlarını bulup ayırd etmekte" sorun yaşayacaklarını, dolayısıyla "kümenin mahiyeti ne olursa olsun, mutlaka şeflere ihtiyacı" olduğunu ileri süren Mahmut Esat Bozkurt'un konuya yaklaşımı açısından ciddî bir farklılık bulunmamaktadır.
Benzer şekilde "otoriteden halka doğru" gerçekleşen "inkılâb"ın "halkın hakikatlere uzak kalmış tabakalarından" mukavemet gördüğünü düşünen ve bu nedenle çok partili rejimi önlemek için TBMM'nin "hususî çalışma tarzı"na sahip kılındığını ileri süren Recep Peker ile "cehele"nin karar alımına etki etmesini önlemek için 27 Mayıs darbecilerinin önerdiklerine benzer tedbirler üzerine kafa yoran jeoloji profesörünün temel sorunsalı aynıdır.
Onun sadece "bilim"e dayanmanın "ideal" toplum yaratacağı konusundaki "inanç"ı ise yalnızca Kemalizmin değil on dokuzuncu asır dünyasının bilimci (scientist) temel dünya görüşünü yeniden üretmektedir.
Başarılı inşa
Dolayısıyla otoriter bir ideoloji olan "Kemalizm"den "çoğulcu demokrasi" çıkartmaya uğraşan literati ile kıyaslandığında, söz konusu profesör "gelenek"i daha iyi anlamakta ve onu "aslına sadık" biçimde yorumlamaktadır. O, bilimsel yöntemlerle değil, derme çatma "bilgi" parçalarıyla anlama gayreti içine girdiği bir "gelenek"i takdire şâyân bir yetkinlikle değerlendirebilmektedir.
Hitler hakkındaki yorumları, kendisinin Recep Peker çizgisi, yâni Sağ Kemalizm'e daha yakın olduğu izlenimini uyandırıyorsa da, adı geçen profesör Sol Kemalizm ile de temel ilkeler düzeyinde çatışan bir yaklaşımı dile getirmemektedir. Bunun nedeni ise yaklaşımındaki güçlü "köktencilik"tir.
Onun görüşleri bu geleneğin saf haliyle yeniden hayata geçirilmesi durumunda nasıl bir toplumda yaşanacağı konusunda çarpıcı ipuçları sunmaktadır. Bunlara bakıldığında, böylesi tezleri savunan bir şahsa Türk Silahlı Kuvvetleri'nin en yüksek eğitim kurumunda bilgi alanı dışında kalan konular üzerine açış konuşması yaptırılması, pek çok gazetecinin köşelerini onun ilk bakışta eksantrik izlenimi veren görüşlerini topluma iletme forumları haline getirmesi yadırganabilir.
Buna karşılık, Recep Peker caddesinde yürünerek Şükrü Saraçoğlu Stadyumu'na gidilen, Mahmut Esat Bozkurt adına "hukuk ödülü" verilen bir ülkede onun "geleneği aslına sadık biçimde yorumladığı" için mükâfatlandırıldığını düşünmek daha anlamlıdır.
Kemalizmi saf haliyle yeniden inşa girişiminin, otoriter ve demokrasi karşıtı bir yaklaşım üretmesi kaçınılmazdır