Milliyetçilik, Osmanlı ülkesine gecikmeli olarak ulaşmış ancak başarısız olacağı zannedilen bir coğrafyada entelektüel egemenliğini hızlı biçimde kurmuştur. Asırlar boyunca dinî kimlikler etrafında örgütlenmiş bir toplumda etkisinin sınırlı kalacağı düşünülen milliyetçilik kitlelere nüfûzda sorunlarla karşılaşsa da seçkinlerin yeni ideali, kutsalı ve temel söylemi haline gelmiştir.
Hızlı biçimde kültürel boyuttan siyasal alana geçen Türk milliyetçiliği yirminci asrın başından günümüze ulaşan zaman diliminde tartışmasız bir entelektüel egemenlik ve siyaset tekeli kurmuştur.
Bu egemenlik ise süreç içerisinde iki temel milliyetçilik akımı doğurmuştur. Bunlardan birincisi olan seküler yaklaşım milliyetçiliği, bilimcilik (scientism), antropolojik kuramlar ve neolitik çağa uzanarak dini dışlayan tarih yaklaşımı üzerinden üretmeye çalışmıştır. Bu yaklaşım "İslâm"ın, Türklüğün uzun ve parlak tarihindeki olumsuz bir parantez olduğunu savunmuştur. İkinci yaklaşım ise İslâmiyet ile milliyetçiliğin sentezini yapmaya gayret etmiştir.
Birinci akım kendisini "sol"da konuşlandırırken ikincisi ise "sağ" bir hareket olarak gelişmiştir. Burada ilginç olan Türkiye'de siyasetin (istisnâlar dışında) "sağ" ve "sol" etiketler altında "milliyetçilik"i içselleştirmiş olmasıdır.
Milliyetçilik ve "diğerleri"
İkinci Meşrutiyet Dönemi'nden itibaren siyasete ve entelektüel tartışmaya egemen olan Türk milliyetçiliği imparatorluğun ve yeni devletin "Türk olmayan unsurları"na "negatif" biçimde yaklaşmıştır. Bu çerçevede Türklüğün bir "millet-i hâkime" olarak kavramsallaştırılarak, Tanzimat öncesinin din temelli hiyerarşisinin yerine etnik merkezli bir tasavvurun geçirilmesi diğer imparatorluk unsurlarıyla çatışmacı bir ilişkinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Bu çatışmada diğer unsurların seçkinleri- nin milliyetçi- ayrılıkçı yaklaşımlara yönelmesinin de ciddî bir katkısı olmuştur.
Egemenlik temelli, hiyerarşik bir ilişkiyi savunan Türk milliyetçiliği şüphesiz imparatorluğun dağılmasının tek sorumlusu değildir. Ancak bu ideolojinin Arnavutlar ve Araplar ile geliştirilmeye çalışılanlar benzeri "çözüm süreçleri"nin başarısız olmasında önemli bir payı olduğu da ortadadır.
İmparatorluğun dağılması sonrasında kurulan ulus-devletin benimsediği seküler milliyetçilik antropoloji kuramları ve tarih yardımıyla yeni bir "millet" yaratmaya, kapsayıcı olma iddiasıyla kendisini farklı görenleri "Türkleştirme"ye çalışmış ve böylece "hiyerarşik" ilişkinin de ötesine geçerek farklılığı reddeden bir yaklaşım geliştirmiştir.
Görece demokratikleşme ise "Türk-İslâm Sentezi"ni hedefleyen milliyetçiliğin seküler yaklaşım karşısında hatırı sayılır zemin kazanması ve bu ideolojinin ana temsilcisi olması ile neticelenmiştir. Günümüzde seküler milliyetçilik değişik siyasal örgütlenmeler üzerinde etkili olabilmektedir. Buna karşılık onun "ulusalcılık" olarak adlandırılan saf haliyle marjinal bir konuma gerilemiş olduğu ortadadır. Dolayısıyla temel toplumsal sorunlar alanında ondan ziyade din ile sentez oluşturmaya gayret eden milliyetçiliğin yaklaşımları önem kazanmıştır.
Çözüm Süreci ve pozitif milliyetçilik
Ana akım Türk milliyetçiliği, toplum gündeminin birinci maddesi olan "Çözüm Süreci" konusunda kategorik bir karşıtlığı benimsemektedir. Bu milliyetçilik, Erken Cumhuriyet döneminin farklılığı reddeden yaklaşımının tersine "diğerleri"nin varlığını kabul etmektedir. Ancak İmparatorluk dönemi milliyetçiliği gibi onlarla ilişkinin eşitlikçi temellerde gerçekleşmesini anlamlı bulmamaktadır. "Hiyerarşi"yi bir kenara atamayan bu yaklaşım, dışlayıcı değil kapsayıcı olmakla birlikte negatif biçimde yaklaştığı "diğerleri"nin topluma ancak kendileri olmaktan vazgeçerek ya da bunu "önemsizleştirerek" katılabileceğini savunmaktadır.
Bu yaklaşımın "Çözüm Süreci"ne yönelik sert muhalefetinin temel nedeni de budur. Bu ise yirminci asır başı Türk milliyetçiliğinin Arnavut ve Arap çözüm süreçleri karşısında takındığı tavırla ciddî benzerlikler göstermektedir.
Önemli olan günümüz ana akım Türk milliyetçiliğinin çözüm yaklaşımlarını "ilke düzeyinde" reddetmesidir. Bu sürece uygulanış biçimi, muhatapların belirlenmesi, uzlaşılmaya çalışılan aktörlerin niteliksel sorunları ve şiddeti araçsallaştırmaları, karşılaşılan maksimalist talepler benzeri nedenlerden dolayı karşı çıkabilmek mümkündür. Ancak onu reddetmenin "çözüm"e farklı şekilde ulaşılması talebini dile getiren böylesi temeller değil ilkesel düzeyde ve kategorik karşıtlık biçiminde gerçekleştirilmesi son derece önemli bir sorundur.
Burada sorulması gereken soru milliyetçiliğin "çözüm"e karşı olmasının ne derece doğal olduğudur. Örneğimizin katı yaklaşımı bunun "eşyanın tabiatı gereği" olduğu kanaatini uyandırabilir. Buna karşılık Türk milliyetçiliğinin "diğerleri" ile gerçekleştirilecek "çözüm"ü kuramsal düzeyde reddetmesi, kırk yıl süren ve on binlerce hayata mâlolan düşük yoğunluklu bir iç savaş sonrasında buna ihtiyaç olmadığını düşünmesi doğal değildir.
Türkiye "çözüm"e ulaşmak zorundadır. Uluslararası gelişmeler de dikkate alındığında başlatılan sürecin durdurulmasının son derece ağır neticeleri olacağını görmek için kâhin olmaya gerek yoktur. Çözüme ulaşmanın fazlasıyla zor olduğu, katılımcı aktörlerin bir bölümünün yapıcılıktan uzak bulunduğu ve farklı hedefleri benimsediği gibi olgular ortadadır. Ancak bu "çözüm"ün alternatifi, neticesi kestirilemeyecek büyük bir toplumsal çalkantıdır.
Ana akım Türk milliyetçiliğinin bu noktada "Diğerlerinin ana dillerini kullanma benzeri hakları neden Türklerin zararına bir gelişme olarak yorumlansın?" "Farklı kimlikler arasında niçin hiyerarşik ve hegemonik bir ilişki olsun?" "Neden bizim milliyetçiliğimiz toplumun çimentosu, diğerlerininki ise bölücülük olarak yorumlansın, bunlar bir 'biz' içinde uzlaştırılamaz mı?" benzeri sorulara cevap araması gerekmektedir.
Böylesi sorulara verilecek cevaplar aracılığıyla geliştirilecek "eşitlik temelli" bir tasavvurun Türk milliyetçiliği tarafından benimsenmemesi için anlamlı bir neden yoktur. Milliyetçilik ile "eşitlik" arasında ontolojik bir "çelişki" olduğu savunularak bunun imkânsızlığı ileri sürülebilir. Ancak realpolitik ile bağlantısını kopartmamış, kendisini düşmanlık ve karşıtlıklar üzerinden tanımlamayan "pozitif" bir milliyetçiliğin bunu gerçekleştirmesi pekâlâ mümkündür.
Türk milliyetçiliğinin bu temelde bir tasavvur geliştirememesi, dahası onu "ihanet" olarak görmesi, imparatorluğun dağılmasında önemli bir rol oynamıştı. Aynı hatanın tekrarlanmasının önüne geçebilmek için ana akım milliyetçiliğin pozitif bir yaklaşımı benimseyerek "çözüm"e karşı çıkmak, gerçeklikten bütünüyle koparak devamı mümkün olmayan bir "status quo"yu ölümüne savunmak yerine onun "nasıl gerçekleştirilebileceği"ni tartışacak formülleri üretmesi gerekmektedir.