Türkiye'de "millî irade"nin fetişleştirilmesine yönelik eleştiriler sıklıkla gündeme getirilmektedir. Demokrasi için varolan "gerek şart"ın "yeter şart" haline sokulması ve bir "oyokrasi"ye dönüşme endişesiyle dile getirilen bu kaygılar şüphesiz anlamlıdır.
Buna karşılık bu yorum yapılırken söz konusu "fetişleştirme"nin tarihsel nedenlerinin bulunduğu ve onun "Beyaz Türk seçkinciliği"ne yönelik günümüze ulaşan bir tepkiyi yansıttığı unutulmamalıdır. Bu bağlamda zikredilen elitizm, ters bir etki yaratarak "millî irade"nin "demokrasi" ile eşanlamlı olduğunu savunan yaklaşımı güçlendirmektedir.
"Akademisyenler"i de içine alan seçkinci siyaset taraftarlarınca sıklıkla tekrarlanan "Hitler de seçilmişti" mugalatasıyla tahkim edilen "seçmen yanlış tercihte bulundu" yorumu basit bir "yukarıdan bakış" ve elitist toplumsal mühendislik çabası değildir. "Haso ve Memolar," "göbeğini kaşıyan adamlar," "bidon kafalılar" benzeri ifadelerle ciddî farklılıklar göstermeyen "seçmen yanlış tercih yaptı" yorumu belirgin bir "demokrasi karşıtlığı" ve "entelektüel seçkincilik temelli yönetim" arzusunu yansıtmakta, bunun da ötesinde bir "dahilî Oryantalizm"i ortaya koymaktadır.
Len Bon'un "Ruh"u
Catherine Rouvier 1986'da yayınladığı kitapta Gustave Le Bon'un temel tezlerinin ölümünden yarım asır sonra yeniden ilgi uyandırmaya başladığı tespitini yapmıştı. Bu yorum anlamlı ama Türkiye örneği değerlendirildiğinde şüphesiz eksiktir.
On dokuzuncu asır sonu ideolojisinin oluşumuna kapsamlı katkılar yapmış olan Le Bon, geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemlerinde "dâhi sosyolog" pâyesiyle taçlandırılmıştı. İttihad ve Terakki erkânı ile Cumhuriyet kurucularını da derinden etkileyen Le Bon, "Cumhur Ruhu" adını verdiği kuramıyla modern seçkincilik yaklaşımlarına da önemli katkılarda bulunmuştu.
Le Bon "kitle"nin karar alma sürecine fazlasıyla olumsuz bir etkisinin olduğunu düşünüyordu. Onun iddiasına göre bireyler kitle içinde kendi başlarına verebilecek olduklarından daha düşük kalitede kararlar veriyorlardı. Bu nedenle de "heterojen bir kalabalık" olan yasama meclislerinin de dahil olduğu tüm "kitle"ler seçkinlerin gerçekleştirebileceğinden daha düşük kalitede "karar"lar alıyorlardı. "Kitle"nin "kadınsı" ve "çocuksu" psikolojiye sahip olduğunu düşünen Le Bon, Batı uygarlığının gerileme sürecine girişinin önemli kilometre taşlarından birisi olduğunu düşündüğü Fransız İhtilâli sonrasında katılım ve demokraside yaşanan gelişimin ciddî sorunlar yarattığını savunuyordu.
Kitlelerin toplumsal karar alma sürecine katılımdaki rolünün artışı, Le Bon'a göre toplumların ilerlemesi önünde temel bir engel oluşturuyordu.
Bu "önlenemeyeceğine" göre Le Bon, seçkinlere yeni bir vazife yüklüyordu. Onlar kitlelere "farkına varamadıkları" çıkarlarını sürekli biçimde tekrarlayarak bunların içselleştirilmesini sağlayacaklardı.
Erken Cumhuriyet siyaset yapıcıları ve seçkinlerinin Le Bon'un parlak öğrencileri olduğu şüphesizdir. Bu açıdan bakıldığında "Beyaz Türkler"in büyük sosyoloğunun fikirleri "halka rağmen halkçılık" yaklaşımını benimseyen bir seçkinler grubunun yol göstericisi olmuştur.
Dolayısıyla Le Bon'un diğer toplumlarda uzun süre sonra "yeniden ilgi uyandırmaya başlayan" fikirleri Türkiye'de kesintisiz bir egemenlik kurmuştu. Son günlerde "seçmenin yanlış tercihleri" konusunda yapılan yorumlar bu etkinin -şüphesiz kaynağın farkında olunmadan- sürdüğünü ortaya koymaktadır.
"Hepsi yanlış oy kullandılar"
Beyaz Türkler tarafından değişik metaforlarla dile getirilerek "kitle"ye duyulan güvensizliği ortaya koyan ifadeler basit bir "seçkincilik"in ötesine geçen bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu yaklaşım kendi toplumuna yabancılaşmış, onun değerlerinin içinde yaşanan gerçeklikle uyumsuz olduğunu düşünen bir toplumsal tabakanın "dahilî medenîleştirme" amaçlı Oryantalizminden de derin biçimde etkilenmektedir.
Winston Churchill 1919 Osmanlı Meb'usan seçimlerinde savaş galiplerinin istediği adayların seçilmemesini değerlendirirken "Türkler oy kullandı... Ne yazık ki, neredeyse hepsi yanlış biçimde oy kullandı" yorumunu yapmıştı. Bu şüphesiz oluşturulan "Doğu" imajı çerçevesinde değerlendirilen bir toplum hakkında verilen Oryantalist bir yargıydı. Bir "Doğu"lu alt katmanı olarak "Türkler" "doğru karar alması mümkün olmayan" bir topluluktu. "Medenîleştirme" vazifesiyle yükümlü olduklarını düşündükleri "cahil, kendi çıkarını bilemeyen" toplumu bu şekilde genelleştiren Beyaz Türkler'in "seçmen yanlış yaptı" yargısı da şüphesiz benzeri bir Oryantalizmi dile getirmektedir.
Gerek şartı karşılamak
Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz karmaşık görünümlü ama fazlasıyla sığ yaklaşım on dokuzuncu asırdan günümüze süzülen "seçkincilik" ve kendi toplumunu aşağılayan Oryantalizmin bileşkesinden oluşmaktadır. Burada ilginç olan, bu yaklaşımı benimseyenlerin "demokrasi"yi savunduklarını düşünmeleridir. Le Bon'un "Cumhur Ruhu" ve yaratılan "Doğu imajı" üzerinden toplumu medenîleştirme projelerinin sığlığı gözönüne alındığında bu kişilerin böylesi bir kavram karmaşasına düşmeleri şaşırtıcı değildir.
"Seçmen yanlış yaptı" ifadesinin yansıttığı "kitle" imajı ve "medenîleştirme misyonu"na duyulan inanç günümüzde de toplumumuz seçkinlerinin bir bölümünün "demokrasi" kavramsallaştırmasını şekillendirmektedir. Kendilerine seçmenin yaptığı "yanlış"ın "doğru"sunun ne olduğuna "karar verme" yetkisi bahşeden bu "seçkin"ler, ağır biçimde eleştirdikleri "millî irade fetişizmi"nden çok daha ilkel bir "demokrasi" kavramsallaştırması yapmaktadırlar.
Kendi çıkarının farkında olabilmesi mümkün olmayan kitlelere "doğru yolun gösterildiği," "onun yanlışlarının tashih edildiği" bir "demokrasi," millî iradeyi fetişleştiren yaklaşımlardan farklı olarak kavramın "gerek şart"ına da sahip değildir. Türkiye'nin demokrasi açıklarını kapatması toplumun öncelikli sorunlarından birisidir. Bu alanda millî irade fetişizmini bir kenara bırakarak değişik söylemlerin kamusal alanda özgürce tartışıldığı, sadece dikey değil yatay kanalları da işletebilen "katılımcı" bir demokrasiye dönüşme ihtiyacının dile getirilmesi fazlasıyla anlamlıdır.
Ancak bunun geçmişin tek parti rejiminin de temelini oluşturan "Cumhur Ruhu-Oryantalizm" karması bir yaklaşımla yapılması çarpıcı bir anakronizm ortaya koymakla kalmamaktadır. Bu yaklaşım bunun yanı sıra "halka rağmen halkçılık"ı "çoğunlukçuluk"un karşı tezi ve temel alternatifi biçiminde kavramsallaştırarak "kötünün kötüsü"nü "ideal" olarak sunmaktadır.
"Doğru"nun ne olduğunu bilme iddiasındaki söz konusu "seçkin"lerin demokrasi kavramsallaştırmasının "medenîleştirmeye" çalıştıkları kitleninkinin fazlasıyla gerisinde olduğu ortadadır.