Türkiye' nin önemli sorunlarından birisi "siyaset"in kurum olarak toplumsal beklentilere fazlasıyla gecikmeli cevap vermesi, bazen de iletilen taleplere kulak tıkamasıdır.
Toplumsal taleplerin tartışılması, iletilmesi ve cevaplandırılması vakit alan bir süreçtir.
Bu nedenle her toplumda "siyaset" taleplere gecikmeli cevap verir.
Toplumumuzda yaşadığımız ve kronikleşen sorun, bu gecikmenin olağan ölçülerin ötesine geçmesi ve "siyaset"in "toplumsal taleplere cevap ver(e)mediği" algısının yerleşmesine neden olmasıdır.
İlginç olan toplumumuzda sosyal medyayı etkin biçimde kullanan sivil toplum örgütlenme ve girişimlerinin hatırı sayılır güç kazanmasına karşılık siyasetin iki yönlü iletişim mekanizmalarını çalıştıramamasıdır.
Bu alanda yaşadığımız son çarpıcı örnekte sivil toplum örgütlerinin birey merkezli, özgürlükçü bir anayasa hazırlanması konusunda ilettiği güçlü talep siyasetten anlamlı bir karşılık bulamamış, toplumun temel ilkeler üzerine ulaştığı mutabakat siyaset tarafından cevaplandırılmamıştır.
Yakın bir gelecekte cevaplandırılacağı konusunda ümitvâr olabilmek de zordur.
Müzakereci demokrasi
Bu açıdan bakıldığında tüm dünyada post-modern siyaset ile toplum arasındaki kopukluğu gidermek konusunda başvurulacak önemli araçlardan birisi olarak görülen "müzakereci demokrasi (deliberative democracy)"nin Türkiye'de akademik çevreler dışında tartışılmaması ilginçtir.
Tüm dünyada vatandaşlığın "marjinalleşmesi," karar alımına katılımın sembolikleşmesi ve siyasetin toplumdan bağımsız bir konum kazanması, isim babalığını Jürgen Habermas'ın yaptığı "müzakereci demokrasi"nin kuramsal düzeyde tartışılmasının ötesinde, kendilerini "müzakereci demokrat" olarak niteleyen geniş kitlelerin örgütlenmesine de yol açmıştır.
İsim babalığını Habermas'ın yapmış olması, taleplerin, vatandaşlara açık kamusal alanda derinlemesine tartışma yoluyla şekillendirilerek siyasete iletilmesini hedefleyen müzakereci demokrasinin son çeyrek yüzyılın ürünü olduğu anlamına gelmemektedir.
Bu yaklaşımın kökleri Antik Yunan'a kadar gittiği gibi, ABD'nin temel kuruluş belgelerinde de ona yapılan atıflara rastlayabilmek mümkündür. Müzakereci demokrasi, Avrupa Anayasası'nı şekillendiren 2004 Roma Anlaşması ile "katılımcı demokrasi" kavramsallaştırması çerçevesinde Avrupa siyasetinin de temel hedefi haline getirilmiştir.
Müzakereci demokrasinin, Habermas'ın öngördüğü anlamda "müzakereci" olabilmesi şüphesiz geleneksel siyaset yelpazesindeki bölünmelerin ötesine geçen bir örgütlenme ve katılımı gerçekleştirebilmesine bağlıdır.
Burada önemli olan kendilerini "müzakereci demokratlar" olarak niteleyen bireylerin geleneksel "sağ-sol" ayrımının anlamlı olmadığını düşünmeleridir.
Böylesi bir demokrasiyi savunan eski liberaller onun Rawls ve Dworkin liberalizminin yerini alacağını varsayarken, ahlâkî tartışmadan dışlandıklarını düşünen pek çok dindar da "müzakereci" yaklaşımın seslerini daha iyi duyurma imkânını sağlayacağını ummaktadır.
Yeni girişimler
Yirmi yıldır konu üzerine yoğun bir akademik tartışma sürmekte olduğu gibi, ABD'den Batı Avrupa'ya, Kanada'dan Avustralya'ya uzanan bir coğrafyada müzakereci demokrasiyi hayata geçirme çabaları ivme kazanmış durumdadır.
Böylesi bir "demokrasi," kuramsal düzeyde Journal of Public Deliberation dergisinin başını çektiği yayınlarda tartışılmakta, uygulamada ise yerel ve ulusal karar alma merkezleri, sorunları kamusal alanda tartışan vatandaş girişimleri ile iki yönlü iletişim kurarak doğrudan katılımı artırmaktadır.
Örneğin, İngiltere'de yeni sağlık kanunu hazırlanırken kurulan "vatandaş jürileri" ile tesadüfî şekilde seçilen bireylerden oluşan "tartışma komiteleri"nin siyasete ulaştırdığı mesajlar önemli değişikliklerin yapılmasını mümkün kılmıştır.
Buna karşılık Amerika'dan verilebilecek bir örnek olan CaliforniaSpeaks adlı girişimin sağlık reformu projesi üzerindeki etkisi oldukça sınırlı olmuş, 2009'da tesadüfî yolla seçilen 150 kişiden oluşan Avustralya Vatandaşlar Parlamentosu'nun önerilerine hükûmet kısa bir mektupla cevap vermeyi uygun görmüştür.
Ancak bu girişimler, gelişmiş toplumlarda, yeni bir "demokrasi" anlayışının karar alma sürecini etkileme derecelerinden bağımsız olarak yaygınlık kazanmakta olduğunu ortaya koymaktadır.
Burada önemli olan bu girişimlerin "sağ-sol" benzeri kavramsallaştırmalardan bağımsız olmalarıdır. Daha fazla "katılım" ve "müzakere"yi amaçlayan, "vatandaşlık"ın "seçimden seçime" hatırlanan ve kullanılan bir "unvân" sınıflamasından çıkarılmasını arzulayan bu hareketler "vatandaş-siyaset-karar alımı" ilişkisinin farklı biçimde işlevselleştirilmesini hedeflemektedir.
Gaspedilen talepler
Türkiye'de sivil toplum son yıllarda artan bir ivme ile güç kazanmış ve "siyaset"in toplumla ilişkisini sorgulayarak bu alanda daha katılımcı, beklenti ve taleplere daha açık bir "demokrasi" anlayışının hayata geçirilmesini savunmuştur.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye, göstermelik seçimlerle sürdürülen otokrasileri demokratikleştirmek isteyen toplumlardan ziyade "müzakereci demokrasi"yi hedefleyen "vatandaş girişimleri"nin ivme kazandığı gelişmiş ülkelerle benzerlik göstermektedir.
Bu olumlu tabloya karşılık "müzakereci demokrasi" taleplerinin "Soğuk Savaş solculuğu" ve "kimlik siyaseti" tarafından esir alınması toplumumuzun bu alandaki güçlü potansiyelinin kullanılmasını önlemektedir.
Bunun yanı sıra daha fazla "katılım" ve "müzakereci demokrasi" taleplerinin 1970 model "solculuk" ve "kimlik siyaseti" tarafından gaspı ile dile getirilen istemlerden "devrim" üretme gayreti en anlamlı taleplerin dahi sorgulanmasına neden olmaktadır. Geçtiğimiz yaz yaşanan Gezi olayları bunun çarpıcı örneklerinden birisini oluşturmaktadır.
Günümüzde müzakereci demokrasinin uygulanmasındaki zorluklar üzerine önemli bir literatür de oluşmuş durumdadır.
John Mueller'in belirttiği gibi, müzakereci demokrasi taraftarlarının kitlesel katılım önündeki kurumsal sınırlamaları hafife aldıkları doğrudur.
Benzer şekilde Emily Hauptmann'ın bu kişilerin post-modern toplumun karmaşıklığını kavrayamadıklarını vurgulaması da haklılık payı içermektedir.
Bunların da ötesinde Diana Mutz'un ifadesiyle ideal müzakereci demokrasinin "ancak cennette olabileceğini" bile iddia etmek mümkündür.
Fakat bu eleştiriler, toplum ve siyaset arasındaki iki yönlü iletişim kanallarının güçlendirilmesinin gerekli olduğunu, ideal biçimine ulaşılması mümkün olmasa bile "müzakereci demokrasi"nin eldeki pek çok alternatiften daha işlevsel olabileceği gerçeğini değiştirmemektedir. "Sağ-Sol" benzeri bölünmeleri ve kimlik siyaseti sınırlamalarını aşan, bunlar tarafından gaspedilmeyen "müzakereci demokrasi" girişimleri, şüphesiz Türkiye'nin kronikleşmiş "siyasetin toplumsal taleplere cevap verememesi" sorununu aşmasına da ciddî katkıda bulunacaktır. Bu alanda başarı için siyasetin hissesine düşen sorumluluk ise yeni iletişim kanalları açmak ve taleplere kulak tıkamamaktır.