Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün demokratik hukuk devletinin işleyebilmesi için yetki ve sorumlulukların "kuvvetler ayrılığı ilkesi çerçevesinde" düzenlenmesi ve "checks and balances (kontrol ve frenler)" olarak adlandırılan denge araçlarının ahenk içinde işlemesi konusunda yaptığı uyarı son derece önemlidir. Sürekli kriz ortamında yaşayan ve ilkeler, kurallar, temel yapılanmalar yerine kişiler ve iktidar mücadelesine odaklanan bir toplumun böylesi genel ilkeler üzerine düşünmesi gereklidir.
Kuvvetler ayrımı
Cumhurbaşkanı'nın da belirttiği gibi "kuvvetler ayrılığı" demokratik hukuk devletinin işleyebilmesinin "olmazsa olmaz" şartıdır. Bu ilke toplumumuzda sıklıkla vurgulandığı gibi Montesquieu'nün keşfettiği bir "kanun" değildir. Kökleri Aristo ve Polybius'a giden "kuvvetler ayrılığı" düşüncesi on yedinci yüzyılda İngiliz İç Savaşı sırasında Philip Hunton, John Sadler, John Milton benzeri entelektüeller tarafından detaylı biçimde tartışılmıştır. Bu tartışma temelde yargıyı da kontrol eden yürütme ile yasamanın ayrılması üzerine yoğunlaşmıştır.
Daha sonra Locke ve Montesquieu tarafından günümüzdeki anlamına kavuşturulan "kuvvetler ayrımı," on sekizinci yüzyılda John Trenchard ve Walter Moyle benzeri radikaller ve Amerikan anayasasının onaylanmasını talep eden Federalist Papers yazarları Hamilton, Madison ve Hay tarafından da şiddetle savunulmuş ve liberal demokrasinin temel taşlarından birisi haline getirilmiştir.
Bu açıdan bakıldığında antik Yunan'dan on sekizinci yüzyıla uzanan bir zaman diliminde tüm detaylarıyla tartışılan ve liberal demokrasi ve hukuk devletinin olmazsa olmazı olduğu vurgulanan bir ilkenin, güncel sorunlar, yanlışlık yapan bireyler ya da "iktidar mücadelesi"nin aldığı boyut nedeniyle sorun haline getirilmesi anlamlı değildir.
Türkiye'nin bu alanda, Cumhurbaşkanı'nın da vurguladığı gibi, büyük resme bakması ve tabir caiz ise pire için yorgan yakmaması lâzımdır. Bu konuda pek çok alanda sıklıkla yaptığımız "uygulamadaki sorunlar nedeniyle ilkeleri sorgulama" hatasına düşmenin uzun vâdede ciddî sakıncalar yaratacağı unutulmamalıdır. Karşı karşıya olduğumuz mesele kuvvetler ayrılığından değil, onun uygulamasında ve erkler arası sınırların belirlenmesinde yaşanılan aksaklıklardan kaynaklanmaktadır. Bunları önlemenin yolu ise kuvvetler ayrılığının zayıflatılması ve yürütme alanının genişletilmesi değildir.
Türkiye'nin "kuvvetler ayrılığı"nı zayıflatmaktan kaçınmasının yanı sıra ayrılmış kuvvetlerin birbirleriyle ahenkli biçimde çalışmalarını sağlayacak "kontrol ve fren" mekanizmalarını da geliştirmesi gerekmektedir. Toplumumuzun yasamayı yedeğine alan yürütme hegemonyası ile jüristokratik "kanun devleti"nden hangisinin ehven-i şerreyn olduğu alanında seçim yapmaya zorlanmasının önüne geçilmesinin yolu bu mekanizmaların geliştirilmesi, güçlendirilmesi ve "iktidarın paylaşılması" fikrinin herkesce kabûl edilmesidir.
Geleneğimiz ve dünya
Türkiye'nin bu alanda yaşadığı sorunun geleneğimiz ele alınmadan anlaşılması mümkün değildir. "İktidar"ın paylaşılmadığı ve kontrol edilemediği bir geleneğe sahip olmamız ve bunu içselleştirmemiz karşılaştığımız sorunun temel belirleyicilerinden birisidir.
1908-1913 arasında "kuvvetler ayrılığı" alanında ilk ciddî deneyimini yaşayan toplumumuz, Bâb-ı Âlî Baskını sonrasında "yok kanun, yap kanun" vecizesiyle özetlenen, mebusların yürütme emriyle el kaldırıp indirdikleri, bâzen buna dahi gerek görülmeyerek yürütmenin hazırladığı yüzlerce kanun-i muvakkatın siyasetin yasal çerçevesini oluşturduğu bir baskıcılığa sürüklenmiştir.
Bu dönemde Şûrayı Devlet'in hükûmet ve İttihad ve Terakki Cemiyeti tarafından uygulanan şiddetli baskılara karşın "hukukun üstünlüğü" ve "anayasaya aykırılık" zemininde aldığı tarihî kararlar vardır. Örneğin Şûra-yı Devlet tüm baskılara rağmen isyan eden aşiretlerin mallarının devleti destekleyenlere dağıtılmasını kanunsuz bulmuştur. Ancak hukuk tarihimizin şeref belgeleri niteliğindeki böylesi kararlara karşın bu dönemde yargı da yasama gibi yürütmenin etki alanından çıkamamıştır.
Bu miras üzerine yükselen ulus-devlet ise kuvvetler ayrılığının (tefrik ya da taksim-i kuvva) iktidar sınırlaması için anlamlı bir araç olmadığını düşünen ve tabiatta dahi "kuvvetler birliği (tevhid- i kuvva)" bulunduğunu savunan bir lider tarafından kurulmuştur.
Erken Cumhuriyet kâğıt üzerindeki düzenlemelere karşılık, uygulamada tüm kuvvetlerin tek elde toplandığı, yürütmenin özerk alan tanımadığı ve iktidarı kontrol edebilecek kontrol ve fren mekanizmalarının bulunmadığı bir yapı oluşturmuştur.
Bu yapının ne denli sorunlu olabildiği ise ancak "iktidar" el değiştirdiğinde görülebilmiştir. 1960 darbesinden sonra ise bu kez özerk alanlar ve jüristokratik eğilimler taşıyan ideolojik yargı ile yürütmenin alanının fazlasıyla daraltıldığı bir dengesizlik yaratılmıştır.
Türkiye son yıllarda bu dengesizliği düzeltme çabalarına girişmiş, bu alanda önemli adımlar atmış, ancak tedricen yürütme güçlenmesine savrulmuştur. Bunun dünyadaki genel eğilimlerle de uyumlu olduğunun altı çizilmelidir.
Örneğin ABD'de Peter Shane'nin "Madison'ın karabasanı" olarak adlandırdığı ve Amerikan demokrasisinin temelini tehdit ettiğini düşündüğü bir "yürütme güçlenmesi" yaşanırken, Yeltsin döneminin sonuna kadar yürütmeye direnen Duma ve Federal Konsey, Putin ve Medvedev idaresinde neredeyse tamamen yürütmenin yedeğine çekilmiştir. ABD'de yargı özerk alanını koruyabilmiş, Rusya'da yürütme bu alan aleyhine de zemin kazanmıştır.
Sorun nedir?
Türkiye'de yaşanan erkler çatışması ve yürütmenin alan genişletmesinin dünyadaki genel eğilimlerle uyumlu olması bu gelişmenin fazlasıyla ciddî bir sorun olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. 1960 sonrası vesayetinin yarattığı alan daraltması ve jüristokratik eğilimler taşıyan yargı müdahalelerinin önlenmesinin gerekli olduğu ortadadır, ki bu alanda kamuoyunda yaygın destek bulan değişiklikler de gerçekleştirilmiştir.
Ama bu nedenle kuvvetler ayrılığı dengelerini yürütme lehine bozacak bir pozisyona savrulmak ciddî sorunları beraberinde getirir. Kuvvetler ayrımı demokrasinin olmazsa olmazı bir ilkedir. Bu alanda uygulamada karşılaşılan sorunlar, yüzlerce yıl süren değerlendirmeler neticesinde, liberal demokratik hukuk devletinin merkezinde yer aldığı kabul edilmiş bir ilke ile oynanarak çözülemez.
Türkiye kendisini içinde bulduğu kriz ortamına karşın büyük resme bakmaktan vazgeçmemeli, kuvvetler ayrımını gerçek anlamıyla hayata geçirerek kontrol ve fren mekanizmalarını güçlendirmeye çalışmalıdır.