AİHM' nin 17 Aralık günü çoğunlukla aldığı kararla "Ermeni soykırımının uluslararası bir yalan olduğunun" dile getirilmesinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10. maddesinde tanımlanan ifade özgürlüğünün kötü amaçlarla kullanımının önlenmesini düzenleyen 17. maddesi kapsamında değerlendirilemeyeceğine hükmetmesi önemli bir gelişmedir.
Aynı sözleşmenin 43 ve 44'üncü maddeleri çerçevesinde karara üç ay içinde itiraz ve genel kurulda görüşülme talebi yapılması mümkün olduğundan konu üzerine yapılacak değerlendirmelerde ihtiyatlı olmak gerekmektedir.
Buna karşılık kısmî itiraz şerhleriyle beraber elli yedi sahife tutan mahkeme kararının son derece ilginç bir yorum getirdiği vurgulanmalıdır.
"İnkârcılık" ve hâtıra kanunları
1980'lerin sonunda yaratılan "negationnisme" kavramıyla "soykırım inkârcılığı"nın, revizyonist tarih yazımından farklılaştırılması yasal değişimleri de beraberinde getirmiştir.
Bu alanda başı çeken Fransa'da 1990'da insanlık suçlarının sorgulanmasını düzenleyen ve bu çerçevede Yahudi soykırımı (Holocaust) hakkında şüphe izharını "anti-semitizm" olarak yorumlayan Gayssot Kanunu'nun kabûlü yeni bir çığır başlatmıştır. Bu kanun Fransa'da "esir ticareti" benzeri konularda "revizyonist" yaklaşımları dile getirmeyi suç kategorisine sokan "hâtıra yasaları"nın da yolunu açmıştır.
Bu kanunların düşünsel arka plânı, böylesi "inkârcılıkların" söz konusu gelişmeler sırasında haksızlığa uğrayanların hâtıraları ve onların yaşayan mirasçılarına saygısızlık olmakla kalmayarak benzer insanlık suçlarını özendireceği, bu yolla da kamu düzenini bozabileceğidir.
Gayssot Kanunu ile onu takiben çıkarılan hâtıra yasalarının ifade ve araştırma özgürlükleriyle ne derece bağdaştığı tarihçilerin de katıldıkları tartışma konularından birisi olmuş; ama söz konusu yasalar değişik ülkelerde uygulanmıştır.
Karar neyi savunuyor?
AİHM karar metninde üç önemli hükme atıfta bulunuluyor. Bunlardan birincisi İspanya Anayasa Mahkemesi tarafından 2007'de "inkârcılığın yalnızca dile getirilmesinin doğrudan şiddete teşvik olarak yorumlanamayacağı"na hükmedilmesidir.
İkincisi, Fransız Anayasa Mahkemesi'nin 2012'de "yasayla tanınmış bir soykırımın varlığının inkârını suç sayan" kanunu ifade ve araştırma özgürlüklerine aykırı bulmasıdır.
Üçüncüsü ise Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu'nun "tarihî olaylara ilişkin görüşlerin açıklamasını yasaklayan yasaların devletlerin İnsan Hakları Sözleşmesi'nden doğan yükümlülükleriyle bağdaştırılmasının mümkün olmadığı" ve sözleşmenin "geçmiş olaylara ilişkin hatalı görüşlerin dile getirilmesini engellemediği"ni savunan 2011 tarihli ve 34 numaralı yorumudur.
İlginç olan AİHM kararının, söz konusu atıflara karşılık, "fikir ve düşünce özgürlüğü" ve "hâtıra kanunlarının bu hürriyetleri ihlâl ettiği" temelinde alınmamış olmasıdır.
AİHM'nin yaklaşımına göre Holocaust benzeri "tarihî gerçekliğin kesin biçimde inşa edildiği" bir konuda "inkârcılık" yapan kişilerin [örneğin İngiliz tarihçi David Irving ya da Roger Garaudy benzeri şahsiyetlerin] cezalandırılması "fikir özgürlüğü"ne aykırı bulunmamaktadır.
Dolayısıyla söz konusu karar temelde "inkârcılık" olarak tanımlanan suçu ve bunun fikir ve ifade özgürlükleri açısından nasıl değerlendirileceğini tartışmamaktadır. Karar "soykırımın sarahatle tanımlanmış bir yasal kavram" olduğunu vurguladıktan sonra son derece "dar bir alandaki" eylemleri kapsayan böylesi bir fiilin "kanıtlanmasının" da son derece güç olduğunu savunmaktadır.
AİHM kararının can alıcı noktası, Ermenilere yönelik katliamlar üzerinde uzlaşılmış bir kanaatin oluşmamış olması ve konu üzerine gerçekleştirilen "tarihî araştırmaların da tartışmaya açık bulunması" nedeniyle "nihaî nitelemeler ile objektif ve kesin gerçekliklere" ulaşılamayacağının vurgulanmasıdır.
Nitekim karar bu çerçevede konuyu "Holocaust inkârcılığından kesinlikle ayırdığını" belirterek, bu örnekteki durumun, bir "uluslararası mahkeme tarafından da onaylanan eylemler" ve "gaz odaları benzeri son derece somut tarihî olguların" inkâr edilmesi ile aynı kategoride değerlendirilemeyeceğini vurgulamaktadır.
Karşı görüş
Karar hakkında kısmî karşı oy yazısı kaleme alan hâkimler Nebojşa Vuçiniç ve Paulo Pinto de Albuquerque ise çoğunluk kararına katılanların tersine hem hâtıra kanunlarını sahiplenmekte hem de 1915'te kabul olunan Vakt-i Seferde İcraat-ı Hükûmete Karşı Gelenler İçün Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedâbir Hakkında Kanun-i Muvakkat'in uygulaması sırasında yaşanan gelişmelerin "soykırım" olarak tanımlanması gerektiğini savunmaktadır.
Söz konusu hâkimlerin, ele aldıkları davaya yol açan ifadeler ile Roger Garaudy'nin 1998'de cezaya çarptırılmasına neden olan söylem arasında paralellik kurmaları, çoğunluk kararının tersine "Holocaust" ile 1915'te gerçekleşen olaylar arasında nitelik açısından farklılık görmediklerini ortaya koymaktadır.
İki hâkim, Soykırım Sözleşmesi'nin fikir babası olan Raphael Lemkin'in 1949'da yaptığı bir CBS mülâkatında konuya ilgisinin "Ermenilere yapılanların Versailles Konferansı'nda bütünüyle göz ardı edilmesi"nden kaynaklandığını belirttiğine işaret ederek de niteliksel benzerliği vurgulamaktadır.
Bunun yanı sıra karşı oy yazısı "soykırım inkârcılığının cezalandırılmasının, ifade özgürlüğüyle bağdaşmakla kalmayıp, Avrupa insan hakları koruma sistemi çerçevesinde gerekli olduğunu" vurgulayarak hâtıra kanunlarını da sahiplenmektedir.
Fırsat oluşturur mu?
AİHM kararı "yasal anlamda soykırım" tanımına uygun olayların son derece sınırlı olduğu tezinden yola çıkarak, 1915'te gerçekleşen olaylar hakkında farklı görüş ortaya koymanın kamu düzenini tehlikeye düşürecek "inkârcılık" olarak tanımlanamayacağını dile getirmektedir.
Kararın "İşi tarihçilere bırakalım" ve "Soykırımı kabul et sonra tartışalım" tezlerini savunanlar tarafından farklı değerlendirileceği şüphesizdir.
Bu açıdan karar, eğer genel kurul tarafından da onaylanırsa, iki kutup arasındaki uzlaşmazlığı daha da derinleştirebilir.
Mahkemenin konuya 2005 sonunda "tarihin hâtırayı değerlendirmesinin gerekli olduğu ama sadece hâtıraya indirgenemeyeceğini" belirterek, "tarihî gerçekliği ortaya koymanın ne parlamentolar ne de yargı makamlarının işi olmadığını" vurgulayan on dokuz Fransız vatandaşı tarihçinin görüşü çerçevesinde yaklaşması şüphesiz çok daha anlamlı olur ve açık tartışmaya katkıda bulunabilirdi.
Buna karşılık bir yandan hâtıra kanunlarının sakıncalarına işaret ederken öte yandan da onların hiyerarşisini yapan bu karar, geçen asrın en büyük trajedilerinden birisinin "isimlendirme," "hukukî sınıflama," "hangi kelimelerin kullanılacağı" ve "istatistikler"e kilitlenmesinin, böylece de "tartışmamaya" evrilmesinin önüne geçilmesi için önemli bir fırsata dönüştürülebilir.