İki seneyi aşkın süredir devam ederek yüz binden fazla insanın hayatına malolan bir iç savaşın sürdüğü Suriye'de yakın gelecekte ne gibi gelişmeler olacağı konusundaki belirsizlik sürmektedir.
Buna karşılık bu ülkede uzun vâdede "neyin olamayacağını" söyleyebilmek mümkündür. 2003 işgali sonrasında Irak'ta görüldüğü gibi, Suriye'de de "eskinin muhafazası" imkânsız hale gelmiştir. Bu ülkede de "vazo kırılmıştır" ve yeniden eski şekline sokulabilmesi mümkün değildir.
Bu gelişme üzerine değişik analizler yapmak ve onun doğurucusu olarak Sykes-Picot'nun yarattığı yapay sınırlardan Soğuk Savaş ve Ortadoğu'ya yönelik ABD siyasetlerine, 1979 İran Devrimi'nin bölge üzerindeki etkisinden Siyasal İslâm'ın güç kazanmasına ulaşan "nedenler"i tartışmak mümkündür.
Ancak Irak ve Suriye'de yaşanan trajediler bunların düşünsel arka planındaki ideolojinin de tartışılmasını gerekli kılmaktadır.
Yirminci yüzyıl totaliter geleneğinin son kalıntılarından olan "Baas (Diriliş)"ın ebedî istirahatgâhına tevdi edilmesi Ortadoğu tarihinde önemli bir dönüm noktası oluşturacaktır.
Bu Baasçılık o Baasçılık mı?
Baasçılığın aslında yaşamadığı, şahıs kültlerine dayalı rejimler tarafından "özünden saptırıldığında" ölmüş olduğu ileri sürülebilir. Marksizmin Stalin elinde farklı bir ideoloji haline dönüştüğü savında olduğu gibi bu yaklaşımda da doğruluk payı olduğu şüphesizdir.
Nitekim, Selahaddin el-Bitar 1980'de, sürgünde yaşadığı Paris'te Suriye istihbaratı tarafından katletildiğinde, mimarlarından birisi olduğu ideolojinin Hafız el-Esed elinde aldığı şekilden fazlasıyla üzüntü duyuyordu.
Baasçılığın bir diğer fikir babası Mişel Eflak da herhalde yarattığı seküler milliyetçi- sosyalist ideolojinin, Saddam Hüseyin'in elinde "İslâmîleştirilmeye" ve Pan-Arap karakterinden arındırılmaya çalışıldığını görmekten memnun değildi (Eflak'ın İslâm'ı Arap milliyetçiliğinin hizmetinde kullanması, Hz. Muhammed'i bir "Arap kahramanı" olarak kavramsallaştırması farklı bir yaklaşımdır).
Ortodoks Hıristiyan olan Eflak'ın "ölüm döşeğinde din değiştirdiği" iddiasıyla 1989'da tabutunu bizzat taşıyan Saddam Hüseyin tarafından Müslüman olarak defnettirilmesi şüphesiz bu dönüşümün ilginç bir neticesiydi.
Ancak bütün bunlar, son tahlilde, Saddam Hüseyin, Hafız el-Esed ve oğlu Beşşar'ın Baasçılık türevleri oldukları gerçeğini değiştirmemektedir.
Dolayısıyla Baasçılığa son nokta konulduğunda, geçen asrın totaliter düşüncesinden devşirilerek iktidara gelen, iki ayrı ülkede farklı evrimler geçirerek büyük trajediler yaşanmasına neden olan bir ideoloji defnedilmiş olacaktır.
Birlik-Özgürlük-Sosyalizm
Avrupa totaliter düşüncesinden üretilen Baasçılık, ağırlıklı olarak Marksist temaları kullanmakla birlikte, günümüz Suriye Baasçılığının hareketin babası olarak sunduğu Zeki el-Arsuzi'nin etkisiyle, Nazi ideolojisinden de derin biçimde etkilenmişti.
Eflak'ın da sıklıkla kullandığı "diriliş" sonrasında "damarlarda akacak taze kan" benzeri metaforlar, bu tesirin oldukça kuvvetli olduğunu ortaya koymaktadır.
Baasçılığın sloganı "Birlik, Özgürlük, Sosyalizm" de Pan-Arabizm üzerinden sağlanacak "birlik"in yanı sıra antiemperyalist mücadele sonucunda kazanılacak "özgürlük"e atıfta bulunuyordu. Bu özgürlük ise laik ve sosyalist bir "devrimci" düzende kullanılacaktı.
Burada önemli olan günümüz Türk ulusalcılığının da savunduğu gibi "antiemperyalizm" in kendi başına toplumu "özgürleştireceği"nin düşünülmesidir.
Baas söyleminde "özgürlük," yabancı müdahalesinden kurtulma ve sonrasında gerçekleştirilecek ulusal "diriliş"e atıfta bulunmaktaydı. Hareketin liderlerine göre demokrasi böyle bir programın uygulanmasını sağlayamazdı. Bunu ancak, aydınlatıcıların önderliğinde gerçekleştirecek "devrim" sağlayabilirdi.
Baasçılık ve Türk "sol"u
Bu açıdan bakıldığında, 1960'lı yılların ortalarından itibaren güçlenerek 1971'de iktidara el koymasına ramak kalan Türk "sol" darbeciliğinin, "devrim kutsayıcı" Baasçılıktan derin biçimde etkilenmesinin ardında ciddî bir ideolojik yakınlığın yattığını söylemek mümkündür. Bu darbecilik de demokrasiyi "cici" benzeri sıfatlarla aşağılarken "devrim" aracılığıyla anti-emperyalist, ilerlemeci, sosyalist bir rejim kurmayı hayâl ediyordu.
Bu etkileşimin bir diğer belirleyicisi de şüphesiz Baasçılığın para-militer bir ideoloji olması ve Suriye'de görüldüğü gibi subayların başını çektikleri bir hareket biçimini almasıydı. Irak'ta da 1968 darbesi sırasında da benzer bir durum görülmüş, ancak daha sonra asker kökenli Ahmed Hasan Bakr ile Saddam Hüseyin tedricen ordu liderlerini tasfiye etmişlerdi. Saddam Hüseyin iktidara bütünüyle elkoyduğunda ise askersivil benzeri ayrımların herhangi bir anlamı kalmamıştı. (Buna karşın askerlikle ilişkisi bulunmayan Saddam 1976'da kendisini tuğgeneral yaptırmış, üç yıl sonra ise mareşal olmaya karar vermişti).
Bu açıdan bakıldığında aynı dönemin Türk "sol" darbeciliği, Tek Parti rejimi altında "unutturulmuş" İttihadçı gelenekten çok Baasçılığa benzeyen bir yaklaşımı dile getiriyordu. Baasçılığın neden olduğu trajediler, Türkiye'nin ne denli büyük bir badirenin kıyısından döndüğünü ortaya koymaktadır.
Dönüşen Baasçılık ve son perde
Baas ideologları totaliter ideolojilerle milliyetçiliğin sentezi olan bir tez geliştirdiklerinde bunun ancak seküler bir "devrim" neticesinde uygulamaya konulabileceğini düşünmüşlerdi. "Devrim"ler gerçekleşti; ama beklentiler karşılanmadı.
Anti-emperyalist söylemler toplumları özgürleştirmedi.
Arap birliği, "Önce Suriye" sloganları ve 1988'de Pan-Arabizmi benimsemiş olmanın bir hata olduğunu ifade eden Saddam Hüseyin'in söylemi çerçevesinde bir kenara bırakıldı. İşi peygamber sülâlesinden geldiğini iddia etmeye vardıran Saddam Hüseyin ve Nusayri azınlığı iktidar merkezine yerleştiren Hafız el-Esed, Baasçılığın laik ideallerinden oldukça farklı siyasetler izlediler.
Bu gelişmeler totaliter ideolojilerin süreç içinde ciddî farklılaşmalara uğrayabilecekleri, ancak "totaliter" özlerini muhafaza edeceklerini göstermektedir.
Vurgulanması gereken bir diğer husus böylesi ideolojilere dayanan rejimlerin "ıslâhı"nın zorluğudur. Kontrollü ekonomik liberalizm ve sınırlı katılımcılık ile sağlanacak "otoriter rejim reformasyonu" ne denli başarılı olursa olsun (Beşşar el-Esed iktidarının ilk evresinde bu alanda önemli atılımlar gerçekleştirmiştir) yapısal dönüşüm sağlanamamakta, bu örnekde görüldüğü gibi "Baasçı devrimcilik" ile "demokrasi" bağdaştırılamamaktadır.
Selahaddin el-Bitar, Hafız el-Esed ile son kez konuştuğunda "Suriye'nin öldüğünü, ona sadece demokrasinin yeni bir hayat verebileceğini" söylemişti.
Baasçılığın defni sonrasında oluşturulacak yeni Suriye bunu başarabildiği ölçüde kırılan vazonun parçalarını birarada tutmaya muvaffak olacaktır.