Osmanlı-Türk toplumuna uzun süre egemen olan bir ideoloji iki gün sonra iktidara gelişinin yüz beşinci yılına girecektir.
Geçekleştiricilerinin "İnkılâb-ı Azîm" olarak adlandırarak Temmuz ayında meydana gelmiş olan Fransız İhtilâli ve Amerikan Devrimi ile benzer önemde bir hareket olarak gördükleri 10/23 Temmuz İhtilâli, günümüzde unutulmuş olmakla birlikte zihniyet dünyamızda etkisini sürdürmektedir.
Bugün, İnkılâb-ı Azîm'in ciddî bir dönüşüme uğrattığı yapının Osmanlılık, hilâfet, hânedan benzeri kurum ve değerleri çoktan ortadan kalktığı gibi o çok uluslu imparatorluğun İşkodra'dan Basra'ya ulaşan coğrafyasında da farklı ulus-devletler oluşmuş durumdadır.
Buna karşılık Osmanlı geçmişini sahiplenen tek mirasçı olan Türkiye'nin egemen ideolojisi yüz beş yıl öncesinden derin izler taşımayı sürdürmektedir.
İttihad ve Terakki
İnkılâb-ı Azîm'i icra eden örgütün adı olan İttihad ve Terakki (Cemiyet 1905 yeniden yapılanmasını takiben Terakki ve İttihad ûnvanını kullanmış, ihtilâl sonrasında ise yeniden İttihad ve Terakki kullanımına geri dönmüştü) aslında önemli bir ideolojik tercihi yansıtır.
Günümüzde bu ûnvanın Auguste Comte'un ünlü özdeyişi "nizam ve terakki"den alınan ikinci kelimesi üzerinde daha fazla durulmaktadır.
Gerçekten de Osmanlı entelektüelleri Marquis de Condorcet'nin geçmişin günümüzü açıklayan bir "düzen"i yansıttığını savunarak kavramsallaştırdığı "terakki" fikrini Comte'dan alarak, tarihçi (historicist) bir dünya görüşünü içselleştirmişlerdi.
Henri de Saint-
Simon üzerinden Comte ve Karl Marx'a ulaşan bu tür bir "terakki"ye duyulan sarsılmaz inanç ve toplumsal evrimin ileriye doğru giden belirgin bir çizgisi olduğu fikri yüz beş yıldır toplumumuzun egemen ideolojisinin temel taşı olmuştur. Kemalizm de "çağdaş uygarlık"ı böylesi bir "terakki" fikri çerçevesinde kavramsallaştırmıştır.
Türk "sol"unun pozitivist, Marksist ve Kemalist düşüncenin bağdaştırılabileceği yolundaki tezi bu tür "tarihçi" bir ortak paydanın varlığına dayanır.
Kemalizme sert eleştirilerde bulunan muhafazakâr kalkınmacılığın dahi pozitivizmden alınmış bir "çağdaş uygarlığa ulaşma" fikrini sahiplenmiş olması da "terakki" merkezli tarihçi yaklaşımın toplumumuzda ne denli etkili olduğunu ortaya koyar.
Genellikle düşünce analizlerinde "terakki"nin gölgesinde kalan "ittihad" fikrinin etkisinin de benzer bir derinliğe sahip olduğunun altı çizilmelidir.
İmparatorluğun temel sorununun "farklılık" olduğu varsayımından yola çıkarak tedricen onları ortadan kaldırarak tek tipleştirme siyasetlerinin kapısını açan "ittihad" yaklaşımı daha sonra "birlik ve beraberlik" söylemine dönüşerek benzer bir amacı dile getirmiştir.
Bu anlamıyla "birlik ve beraberlik," farklı olanların, çoğunluğun içselleştirdiği "ideal"lere dönüşmesini sağlayan bir söylem işlevi görmüştür. Osmanlı entelektüelleri "ittihad" fikrini asır sonunda Léon Bourgeois'nın geliştirdiği solidarizm (tesanütçülük) fikriyle de takviye ederek, liberalizm karşıtı "dayanışmacı toplum" fikrini geliştirmişlerdi.
Osmanlı geleneksel düzeninde de karşılığını bulan "dayanışmacı toplum" düşüncesi ise bir yandan devletin topluma ve ekonomiye müdahalesini meşrulaştırırken öte yandan da yeni vatandaşlık ahlâkının yaratılmasında kullanılmıştır. Fransız Üçüncü Cumhuriyeti gibi Erken Cunhuriyet vatandaşlık "ahlâkı"nın temelinin eklektik bir "dayanışmacılık" olması Turgut Özal dönemine kadar neredeyse hiç sorgulanmamıştır.
1983 sonrasında dahi böylesi bir dayanışmacılığın kendisini "sağ" ve "sol" olarak konumlandıran siyaset unsurları tarafından farklı söylemler altında savunulması sürdürülmüştür.
Vazife ve Mesuliyet
İttihad ve terakki kavramlarından farklılıkları törpüleyici tek tipleştirmecilik, dayanışmacılık, topluma devlet müdahalesi, tarihçi bir ilerleme ve çağdaş uygarlığa ulaşma tezleri çıkaran ideoloji iki kavrama daha sıklıkla atıfta bulunuyordu.
Bu iki kavram ise "vazife ve mesuliyet" idi. İttihad ve Terakki'nin erken muhalefet yıllarındaki liderlerinden Mizancı Murad Bey örgütün tasavvuru olarak "vazife ve mesuliyet" temelinde birleşen insanlardan oluşan toplum idealini dile getirmişti.
Murad Bey'e göre vazifenin "büyüğünü büyükler, küçüğünü ise küçükler" yaparlardı.
Bu ifa edilirken sultandan köylüye kadar tüm toplum unsurları belirli bir "mesuliyet" taşırlardı.
Bu toplumsal ideali bir adım ileriye götüren Ahmed Rıza Bey, İnkılâb-ı Azîm öncesinde "Vazife ve Mesuliyet" üst başlıklı bir kitap dizisini neşre başlamıştı. Padişah ve Şehzâdeler, Kadın ve Asker başlıklı risâleleri yayınlanan "Vazife ve Mesuliyet" dizisi ihtilâl ile son buldu.
Bu dizi 1908 yılında iktidara gelen ideolojinin pozitivist bir temele dayalı korporatist toplum idealini tüm açıklığıyla ortaya koyuyordu.
1961 Anayasası hazırlanırken de tartışılan "korporatist toplum," farklı grupların "vazife ve mesuliyetleri"nin olacağı, buna karşılık "bireysel" hürriyetlerin ikinci planda kalacağı bir toplum düzenini idealleştiriyordu.
Ziya Gökalp'in "Vazife" manzumesinde "Gözlerimi kaparım; vazifemi yaparım" ifadesiyle ideal üyelerinin davranış biçimini özetlediği bu toplumun düstûru ise "hak yok, vazife var" olacaktı.
Erken Cumhuriyet bu toplum tasavvurunu ete kemiğe büründürmüştür. "Hak" değil "vazife" odaklı toplum düşüncesi, ciddî kan kaybına uğramasına karşılık halen bir ideal olma özelliğini göstermektedir.
1908 idealleri ve günümüz
İnkılâb-ı Azîm'in iktidara getirdiği ideoloji tek tipleştirici, dayanışmacı, tarihçi, korporatist ve devlet kontrolünde "hakların" değil "vazifelerin" vurgulandığı bir toplum tasavvuru geliştirmişti. Erken Cumhuriyet uygulamaları ve Kemalist ideoloji bu temel idealleri içselleştirmişler ve bu tasavvurda sadece kozmetik oynamalar yapmışlardır.
İkinci Meşrutiyet ile Cumhuriyet arasındaki devamlılık gözönüne alındığında bu fazla şaşırtıcı değildir.
Düşündürücü olan böylesi ideallere dayanan bir toplum tasavvurunun halen fazlasıyla benimsenmesidir.
Türkiye'nin post-modern dünyaya uyum sağlayabilmesi anakronik hale gelmiş bu on dokuzuncu asır ideolojisinin kalıntılarından kurtulabilmesine bağlıdır. Asır sonu dünyasının idealleri, yirmi birinci yüzyıl Türkiyesi'nin zihniyet zincirleri haline gelmiştir.
Bu açıdan bakıldığında post-
Kemalist Türkiye gerçekte post-İttihatçı Türkiye olacaktır. Farklılıkların tehdit olarak görülmediği, geçmişle gelecek arasında organik bir belirleyicilik ilişkisinin varsayılmadığı, bireyin ön plana çıktığı, "vazife"nin değil "hak ve özgürlüklerin" vurgulandığı bu yeni toplum iki asırlık bir değişimi yansıtacaktır.