Laiklik ve "cumhuriyet" gibi ulusdevlet modelini de Fransız örneğine dayandıran Türkiye'de "devlet" ile kültürel farklılıklar gösteren topluluklar arasındaki ilişki, Üçüncü Cumhuriyet idealleri çerçevesinde kavramsallaştırılmıştır. Bu yaklaşıma göre söz konusu toplulukların eritilmesiyle "kültürel" türdeşleşmenin yaratılması gerekmektedir.
Bu yaklaşım o denli içselleştirilmiştir ki, ulus-devletin "ezelden beri var olan" ve dil, etnik köken benzeri niteliklerle belirlenen "millet" tarafından kurulduğunu (primordialist yaklaşım) iddia edenler ile "ulus"un devletçe kimlik aşılanması yoluyla inşa edildiğini (constructivist yaklaşım) savunanlar, bu yapıda "farklılıklar"ın olmaması, eğer mevcutsa olabildiğince törpülenmeleri gerektiği konusunda hemfikirdirler.
Diğer bir ifadeyle, Türkiye Cumhuriyeti'ni gerek "milletler devlet kurar," gerekse de "devletler millet inşa eder" karşı tezlerinin ürünü olarak görenler, bu yapının "türdeş" olması zorunluluğu üzerinde birleşmektedirler.
Bu şüphesiz Erken Cumhuriyet'in bir yandan bilinçli olarak "ulus" inşa ederken, diğer yandan da yeni ulusdevletin tarih öncesi zamanlardan itibaren "devlet kurma geleneği" geliştirmiş bir "millet"in son ürünü olduğunu savunmasının doğal bir sonucudur.
Bir millet, bir kültür
Fransız örneği etrafında kavramsallaştırarak kutsadığımız ulus-devlet yaklaşımımızın en önemli özelliklerinden birisi de bunun "bir millet, bir kültür" varsayımına dayanması ve egemen kültür dışında kalan farklılıkları reddetmesidir.
Bu açıdan bakıldığında Türkiye'deki milliyetçilik ve ulusdevlet algısı, Ernest Gellner'in Özgürlüğün Koşulları (Conditions of Liberty) çalışmasındaki temel tez ile tam anlamıyla örtüşmektedir. Gellner "Milliyetçilik Çağı"nda "devlet ile kültür" arasında gerçekleşen evliliğin ürünü olan ulus-devletin "kültürel türdeşlik" temeline dayandığını ileri sürmüştü. Bu da egemen kültürün tüm toplumun "işlevsel kültürü" haline gelmesi ile mümkün olabilecekti.
Bu aşırı işlevsel yaklaşımın, örnek aldığımız Fransa benzeri bir "ideal" modele atıfta bulunduğu açıktır. Ancak "gerçek" laiklik ve cumhuriyet zannettiğimiz Fransız yorumları gibi, tek "ulus-devlet" tanımı olarak benimsediğimiz bu modelin, Doğu Avrupa'dan Ortadoğu'ya ulaşan bir alandaki gerçeklerle bağdaşmadığı da ortadadır.
Merkezî devletlerin milliyetçilik çağı öncesinde şekillendiği, daha sonra ise farklılıkların törpülendiği Batı Avrupa'nın tersine, uzun asırları üç çok uluslu imparatorluğun idaresinde geçiren Doğu Avrupa ile Ortadoğu'da ulus-devlet kuramcılarının varsaydıklarının dışında yapılanmalar oluşmuştur.
Bu coğrafyadaki sınırların Batılı güçler ve Harb-i Umumî galipleri tarafından karakuşî kararlar çerçevesinde çizilmesi "kültürel türdeşlik" idealini daha da zorlaştırmıştır. İmparatorlukların dağılması sonrasında yeni ulus-devletlerin çok kültürlü yapıların kalıntıları üzerine kuruldukları bu geniş alanda, Gellner'in varsaydığı türdeşlik ancak etnik temizlik, göçe zorlama, nüfus mübadeleleri ve yeni kimlikler dayatılması benzeri araçlarla yaratılabilirdi.
Bunların hepsinin uygulanmasına karşın bu coğrafyada Fransız örneğindeki "ideal"e ulaşılamamış olması sorunun ne denli çetrefil olduğunu göstermektedir. 1925 sonrasında Karl Renner ve Otto Bauer'in fikirleri çerçevesinde toplanan Milliyetler Kongresi benzeri girişimlerle ortaya konulan "farklılıkların korunması" çabaları, 1913'te "milliyetler sorunu"nu "ulus"u toprağa bağımlı şekilde tanımlayarak "çözen," daha sonra iktidarda "her millete bir devlet" veren; ama bunları Gellner'in kullandığı ifadeyle "Leninist ümmet" hiyerarşisi içinde marjinalleştiren Stalin tarafından neticesiz bıraktırıldı. Nazilerin, yeni ulus-devletler içindeki Alman azınlıkları harita değişiminde aktif biçimde kullanması ise "farklılıkların" kolektif düzeyde tanınmasını reddederek onlardan kurtulmayı amaçlayan "kültürel türdeşlik" taraftarlarının daha da güçlenmesine yol açtı.
Bu tarihî arka plan gerek Batı'daki "ideal" modellerde gerekse de Doğu Avrupa ve Ortadoğu'daki "sapma"larda "farklılıkların" ne pahasına olursa olsun ortadan kaldırılmasının "doğal çözüm" olarak kabulüne yol açtı. Dolayısıyla "farklılık" Gellner'in varsaydığı iki seçeneği mümkün kılıyordu: asimilasyon ve sınır değişimi.
Tektipleşme ya da ayrılık
Ancak bu alanda son elli yılda yaşanılan ve elden geldiğince farkına varmamaya çalıştığımız devrim bu seçenekler dışında alternatiflerin de gündeme gelmesini sağladı. İdeal örnek Fransa da dahil olmak üzere Batı Avrupa'da göçmenler, Doğu Avrupa'da ise 1989 Devrimleri, "farklılık"a bu iki seçenek dışında ve çok kültürlülük çerçevesinde yaklaşılmasını mümkün kılan çözümlerin tartışılması- na neden oldu.
Brendan O'Leary'nin işaret ettiği gibi, modern siyasî yapılar "milliyetçi asimilasyon ile yeni bir milliyetçi asimilasyon yaratacak ayrılıkçılık" dışında pek çok seçenek ürettiler. Bu konuda en kapsamlı analizleri yapan siyaset bilimcisi olan Alfred Stepan'ın veciz ifadesiyle çok kültürlülüğü benimseyen demokrasiler, iki alternatifli "Gellnerci oksimoron"u aşmaya muvaffak oldular.
Stepan'ın da belirttiği gibi Yeni Zelanda'da Maorilere, Porto-Riko'da İspanyolca konuşanlara, Belçika'da dil gruplarına, Hindistan'da Müslümanlara sağlanan, "genel bireysel haklarla çelişmeyen" grup temelli tanınma demokrasilerin soruna çok kültürlülük çerçevesinde farklı çözümler getirebileceğini ortaya koydu.
Kısır döngümüz
Değişim için Doğu Avrupa toplumlarından daha uzun süre bekleyerek, otokratik vesayetçiliğin logokratik söyleminden şaşmayan Türkiye bu tartışmalara kulak kabartmadı. Pek çok alanda olduğu gibi, bu konuda da zamanı 1930'larda donduran Türkiye, "kültürel türdeşlik"i hedefleyen tektipleştirici siyasetlerinin yegâne alternatifinin "ayrılıkçılık" ve "sınır değişikliği" olduğunu düşünerek bunu tartışılması dahi mümkün olmayan bir "bekâ sorunu" haline getirdi.
İlginç olan tektipleştirici uygulamalara karşı çıkarak "farklılık"ın korunmasını talep edenlerin de uzun süre bu iki seçenek dışında çözüm olmadığını varsayarak siyaset üretmiş olmalardır. Bu toplumumuzu bir kısır döngü içine sıkıştırmış, tektipleştirme ayrılıkçılığı, ayrılıkçılık ise tektipleştirmeciliği neden göstererek kendisini meşrulaştırmış ve yeniden üretmiştir.
Türkiye'nin bu kısır döngüyü aşabilmesi herşeyden önce konuyu soğukkanlı biçimde tartışabilmesine bağlıdır. Bu aşamaya henüz ulaşabilen toplumumuzun önünde engellerle dolu uzun bir yol olduğu açıktır. Bu aşılabilirse söz konusu iki seçenek dışında değişik alternatifler olduğu ve çok kültürlülüğü benimseyen bir demokraside "farklılıklar"ın ortak bir tasavvur yaratmayı engellemeyen zenginlikler haline getirilebileceği anlaşılacaktır.