Otuz yılı aşkın süredir yaşadığımız ve on binlerce vatandaşımızın hayatına mal olan düşük yoğunluklu iç savaşın sona erdirilmesi için yeni bir girişimin başlatılarak sorunun egemen paradigmanın dışında çözülmeye çalışılması, bunun "manevî azınlık" durumuna gelmiş Türklerin infiâline neden olarak "Türk Sorunu"nu patlama noktasına getireceği benzeri uyarıların seslendirilmesine neden oldu.
Bu uyarıların dikkat çekici noktası, Kürt Sorunu'nu çözmeye yönelik girişimleri geleneksel milliyetçi yaklaşımlar çerçevesinde eleştirmek yerine, "manevî olarak ezilen, vatan haini entelektüeller tarafından aşağılanan Türkler" kavramsallaştırması üzerinden bir "Türk kimlik siyaseti" yaratmaya çalışmalarıdır.
Türkiye'de çoğunluğun mevcut olmayan bir "sorun" aracılığıyla mağdurlaştırılması ve ezilen azınlık psikolojisine sokularak bunun üzerinden "kimlik siyaseti"ne yöneltilmesi, toplumsal düzeni altüst edecek bir gelişme olur. Balkan Harbi sonrasında İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin basın, eğitim ve diğer araçlarla Müslüman/Türk çoğunluğu yaşanan "gerçek mağduriyet" üzerinden kimlik siyaseti yolunda seferber etmesinin neticeleri ortadadır.
Kimlik siyaseti
Bilhassa 1970 sonrasında gündeme gelmeye başlayarak, "sol"un yaşadığı kriz nedeniyle yoğunlaşan kimlik siyasetleri, ekonomik refah ve kapitalizmin yerini alabilecek ciddî seçeneklerin geliştirilememesi nedeniyle önemli bir ivme kazanmıştır. "Kimlik" ve ona aidiyetin "siyasal faaliyetin" temel belirleyicisi ve amacı olduğunu ileri süren kimlik siyasetleri liberal, muhafazakâr, Marksist, neo-Marksist, Yeni Toplumsal Hareket ve post-modernist yaklaşımlar tarafından sert eleştirilere marûz bırakılmıştır.
Kimlik siyasetlerine yönelik eleştiriler temel olarak sınıf ve iktisadın bir kenara bırakılarak "kültüre" odaklanılmasını, özcü ve ortak kimlikleri reddeden yaklaşımla siyasetin balkanlaştırılma ve marjinalleştirilmesini ve sadece "kimlik" ile "statü" üzerinden yapılan faaliyetin "eşitsizliği" azaltma yerine tam tersine mağduriyet kategorileri ve "egemenmahkûm" ilişkisini tahkim etmesini dile getirmişlerdir. Todd Gitlin'in üniversite kampüslerini inceleyen çalışmasına benzer araştırmalar ise "kimlik siyasetleri" icra edenlerin genellikle "kimlik," "kültür" ve "siyaset"i birbiriyle karıştırdığını ortaya koymuşlardır.
Toplumumuzda da "sol"un 1980 sonrasında yaşadığı gerileme ve CHP'nin daha Kemalist bir çizgiye kayması, mevcut paradigmanın âdeta zorladığı "kimlik siyaseti"nin güçlenmesine yol açarak din, mezhep ve etnik temelli yaklaşımların siyaseti tedricen Lübnanlaştırmasına neden olmuştur.
Bu süreçte yasakçı yaklaşımıyla "kimlik siyasetleri"ne davetiye çıkaran egemen paradigma nedeniyle kimlik yapıları daha da sertleşerek dışlayıcı karakter kazanır, kendilerine odaklanırken paradigma gardiyanları da buna tepki olarak baskının dozunu artırmışlardır. Bunun neticesinde ise Türkiye "Sünnî Müslüman," "Alevî," "Kürt" benzeri kimlik siyasetlerinin yükseldiği bir toplum haline gelmiştir. İlginçtir ki 1983 sonrasında yaşanan tedricî demokratikleşme, sürdürülen kimlik siyasetlerinin yoğunluğunu azaltmamış, sadece onların kod terimler, şifreler aracılığıyla değil açıkça yapılmasını sağlamıştır.
"Türk Sorunu" yaratmayalım
Queercore benzeri yapıların yabana atılamayacak kimlik siyasetleri geliştirdiği Batı toplumlarının aksine Türkiye'de kadınlar, homoseksüeller benzeri grupların kimlik siyasetleri fazlasıyla cılız kalmıştır. Buna karşılık "kimlik siyaseti," etnik ve dinî kimlikler aracılığıyla siyasetin genelinde aşırı bir temsile kavuşmuştur. Bunun ne denli ciddî bir sorun olduğu ve "ortak toplumsal tasavvur" oluşturma önünde ne kadar büyük bir engel oluşturduğu ortadadır. Daha da ilginci temel iddiası bu gelişmeyi önlemek olan, "birlik ve beraberlik" hedefli bir paradigmanın, uygulamada kimlik siyasetlerini derinleştirmiş olmasıdır.
Bu çerçeveden bakıldığında temel sorunu kimlik siyasetlerinin yoğunluğunun azaltılması ve ortak tasavvur, kimlik ve paydalar yaratılması olan bir toplumda "Türk kimlik siyaseti" başlatılmasının yaşanan Lübnanlaşmayı artıracağı şüphesizdir.
Bunun da ötesinde tedafüî karakterli Türk kimlik siyasetini zorunlu kılacak, onu meşrulaştıracak nedenler de mevcut değildir. 1925 Aralığında Maarif Vekâleti'nin "Türk birliğini parçalamaya çalışan cereyanlar"la mücadele gerekçesiyle diğer kimliklerin dile getirilmesini men eden kararından itibaren değişen dozlarda uygulanan, bazen dillerin yasaklanmasına varan sınırlamalara karşılık, Türk kimliği nedeniyle ya da Türkçe konuştuğu için kimsenin herhangi bir engelle karşılaşması söz konusu olmamıştır.
Bu süreçte kimse bizzat "Türk kimliği"nden dolayı, namaz kıldığını, eşinin başörtüsü taktığını saklamaya çalışan subay, Alevî olduğunu kimsenin bilmemesini isteyen memur, diğer "vatandaş"lardan fazla vergi ödemek zorunda kalan gayrımüslim tüccar ya da kendisine her makama gelebileceği, ama bunun için etnik kimliğini vurgulamaması gerektiği ihtar olunan Kürt üniversite mezununun yaşadığına benzer sorunları yaşamamıştır.
Herkesi üzen asker, güvenlik mensubu ve sivil kayıplarından yola çıkarak savunmacı bir "Türk kimlik siyaseti"ni meşrulaştıracak "mağduriyet"in üretilmesi mümkün değildir. Her şeyden önce bu kimliği "bastırmaya" çalışan, onu ezen bir "otorite" olmamıştır. Bunun da ötesinde bâzı vatandaşlarımızın doğal haklarına kavuşmalarının neden Türklerin savunma karakterli bir kimlik siyasetine yönelmesini zorunlu hale getirdiğini açıklayabilmek mümkün değildir. Türkiye'de Türklerin kendilerini "manevî azınlık" olarak görmelerini zorunlu kılan bir neden de yoktur. Manevî değil maddî azınlığı oluşturanlar, buna "Türk kimlikleri" nedeniyle değil, "ötekileştirdikleri" kesimlerle ortak bir payda oluşturamamalarından dolayı dahil olmaktadırlar.
Felâkete davetiye
Polonyalı bir Kont iken, Amerika'ya göç eden Adam de Gurowski, 1854'te "Türk Sorunu" adında bir kitap kaleme alarak, Türklerin Tanzimat sonrasında Batılılaşmaya çalışmasının Hıristiyan Avrupa'nın gözünü boyamaya yönelik bir hile olduğunu, onların gerçek kimlikleri olan barbarlığı hiçbir zaman terkedemeyeceklerini savunmuştu. Türkler Avrupa'dan atılmalıydı. Günümüzde yarattığımız "Doğu"daki "barbar" kimlikleri aşağılayarak, onlara "Türkiye'de yer olmadığı"nı söyleyen bir "Türk Sorunu" kavramsallaştırmasının yapılması şüphesiz benzer bir Oryantalist yaklaşımın dışa vurulmasıdır.
Âcilen kimlik siyasetlerinin yoğunluğunu azaltma ve ortak kimlik ve tasavvurlar yaratma zorunda olan bir toplumda çoğunluğun savunma karakterli ve mağduriyet temelli kimlik siyasetine yöneltilmesi felâkete davetiye çıkartmaktır. Bu felâketin nasıl yaşanabileceğini anlayabilmek için en iyi laboratuvar ise yakın tarihimizdir.
Türkiye'de çoğunluğun mevcut olmayan bir "sorun" aracılığıyla mağdurlaştırılması ve ezilen azınlık psikolojisine sokularak bunun üzerinden "kimlik siyaseti"ne yöneltilmesi, toplumsal düzeni altüst edecek bir gelişme olur