Cicero'nun kaleminden çıktıktan sonra büyük anlam değişimleri yaşayan bir kavramsallaştırma olan "sivil toplum (societas civilis)," Locke ve İskoç Aydınlaması sözcülerinden Hegel'e, Tocqueville'den Gramsci, Jacob Talmon ve Popper'e ulaşan düşünürlerce farklı yapılanmalara atıfta bulunmak amacıyla kullanılmıştır. Alman geleneğinde "sivil"in "bürgerliche" karşılığı olarak kullanılması ve Marks'ın değişik kavramsallaştırmasının anlam karışıklığını daha da artırdığı şüphesizdir.
Kabaca "toplum eksi devlet" olarak tanımlanabilecek "sivil toplum," devletten bağımsız, gönüllü, iletişim ağına sahip ve ortak fayda amacına yönelik toplumsal örgütlenmelerin oluşturduğu yapılanmadır. "Sivil toplum" kavramsallaştırması bilhassa Robert Putnam'ın, İtalyan demokrasinin gelişim ve işleyişini ele alan Making Democracy Work (Demokrasiyi İşletmek) kitabının yayımından sonra siyaset bilimciler tarafından demokrasi ve toplumsal gelişimin temel belirleyicisi olarak kabul olunmaya başlanmıştır.
Putnam yıllar süren ampirik araştırmalar sonrasında "toplumsal sermaye" adını verdiği yapılanmanın demokrasinin yerleşmesi ve sürdürülebilmesini sağlayan ana unsur olduğunu ileri sürmüştü. 1990'lı yılların ikinci yarısından itibaren yapılan araştırmalar, örneğin Stephen Ndegwa'nın Afrika, Francesco Cavatora'nın Arap ülkeleriyle ilgili çalışmaları, bu genellemeyi sorgulamışlar ve güçlü sivil toplum örgütlenmesinin otoriter yapılardan demokrasiye geçişi sağlamaktan ziyade demokratik gelenekleri geliştirebilmiş toplumlarda demokrasinin daha yüksek seviyelere taşınmasına yardımcı olduğunu savunmuşlardır. "Arap Baharı" olarak adlandırılan değişim dalgası bu tezi desteklemektedir.
Toplumsal sermayenin eriyişi
Toplumumuzda Putnam'ın "toplumsal sermaye" olarak nitelediği yapılanma tarihî süreçte eriyerek Tek Parti dönemi sonunda yok olma aşamasına gelmiştir. Bunun nedeni, Sami Zubaida'nın Gellner'e verdiği cevaplarda da vurguladığı gibi Oryantalist söylemin sıklıkla tekrarlandığı "İslâmiyet'in sivil toplumu yaşatmaması" benzeri bir engel değil, bilhassa Tanzimat sonrasında devletin tedricen toplumla kendisi arasındaki tampon yapıları ezmesi, marjinalleştirmesi, Tek Parti Dönemi'nde ise mevcut kalıntılara nihaî darbenin vurulmasıdır.
Diğer bir ifadeyle ûlema, loncalar, ticaret örgütlenmeleri, hayır kurumları, vakıflar ve sufî yapılanmaları bu süreçte sahneden silinmişler ya da "devletleştirilmişler, bunun neticesinde de "toplum eksi devlet" denklemi çerçevesinde "sivil toplum"u görebilmek imkânsız hale gelmiştir.
Yukarıdan aşağıya gerçekleşen Osmanlı anayasacılık hareketinin kısa ömürlü ve başarısız olmasının önemli nedenlerinden birisi de buydu. Osmanlı "toplumsal sermaye"si 1908 sonrasında henüz yeniden canlanma aşamasındayken İttihad ve Terakki tarafından "devletleştirildi." Mahallî yapılanmalardan yardım kuruluşlarına, ûlemadan kayıkçı ve hamal teşkilâtlarına kadar her türlü örgütlenmeyi kontrolü altına alan Cemiyet, devletin nüfûz alanını alabildiğine genişletmişti.
Tek Parti bunun da ötesine giderek devlet ile birey arasında mevcut tüm "ara yapı" kalıntılarını ortadan kaldırarak Türkiye'yi "sivil toplumu olmayan" bir ülke haline getirdi. Artık her türlü örgütlenme yukarıdan aşağıya ve tektipleştirici bir toplumsal mühendislik projesi çerçevesinde gerçekleştiriliyordu. Tek Parti rejimi "dâhi sosyolog" Gustave Le Bon'un izinde topluma "onun yararına olan herşeyi" yukarıdan aşağıya "öğretiyor," onu "aydınlatıyor" daha sonra da bunları uyguluyordu. Tek Parti döneminin sonuna gelindiğinde, toplumun genelinde derin bir demokrasi özlemi olmasına karşın doğrudan siyaset dışında bunu aşağıdan yukarıya iletebilecek bir yapılanma bulunmuyordu.
Nitekim çok partili rejime geçilerek "yukarıdan aşağıya aydınlatma" modelinin yumuşatılması da sivil toplum taleplerinden değil uluslararası ortam baskısından kaynaklandı. Bu, toplumda "demokrasi" arzusu bulunmadığı anlamına gelmez. Ancak bu konudaki şiddetli isteğe karşılık, bunu aşağıdan yukarıya gerçekleştirecek bir "toplumsal sermaye" mevcut değildi.
Sivil toplumun yeniden doğuşu
Bunu izleyen süreçte çoğulculuğun sınırlandırılmasına, devletin engellemelerine ve kontrol çabalarına karşın sivil toplum yapılanmaları artan bir hızla örgütlenmeye başladılar. Bu gelişim, 28 Şubat postmodern darbesi sonrasında "memlekete sivil toplum gerekirse onu da biz getiririz" yaklaşımıyla yaratılan ve temel hedefi gerçek "toplumsal sermaye"nin devletin nüfûz alanının dışında oluşumunu önlemek olan "güdümlü sivil toplum"a rağmen kazandığı ivmeyi kaybetmedi.
Yaşanılan iletişim ve bilişim devrimleriyle de eklemleşen "sivil toplum örgütlenmesi patlaması" neticesinde "toplum eksi devlet" işleminin yüklü bir bakiye verir hale gelmesi tarihimizde ilk kez yukarıdan aşağıya olmayan anayasa yapımının gündeme gelmesini sağlamıştır.
Yeni Anayasa Platformu'nun değişik illerde yaptığı toplantılar ve sivil toplum örgütlerinin kaleme aldıkları taslaklar, merkez medyada "bunu da istediler" benzeri tepkilere neden olmalarına karşılık altı çizilmeyen önemli bir gelişmeyi de vurgulamışlardır.
Bu açıdan bakıldığında TBMM Başkanı'nın "nasıl bir anayasa istenildiğine dair görüşlerin 18 bin 350 sahifede toplandığını" açıklayarak, yeni bir anayasanın "yazılmadığı" fakat "yapıldığını" belirtmesi son derece önemlidir. Bu Türkiye'de sivil toplumun belli bir güce ulaştığı ve "toplumsal sermaye"nin demokrasiyi yaşatacak ve ileri aşamalara taşıyacak seviyeye yükseldiğinin açık bir kanıtıdır.
Toplumsal sermayenin yatırımı
Türkiye'de praetorian rejimin çözülmesi ve devletin toplumsal alan üzerindeki kontrolünün gevşemesi neticesinde ortaya çıkan demokratikleşme, doğan boşluğun kısmen sivil toplum örgütlenmesi tarafından doldurmasıyla ciddî bir ivme kazanmıştır.
Bunun sonucunda Türkiye ilk kez aşağıdan yukarıya iletilen taleplerin de dikkate alınacağı bir toplumsal sözleşme hazırlayacaktır. Sivil toplum örgütleri tarafından ortaya konulan istemler, değişik toplantılarda dile getirilen görüşler toplumun demokrasiyi, aylardır sosyolojik tanımlar ve siyasal rejimler üzerinde kılı kırk yaran tartışmalar yapan siyaset temsilcilerinden daha fazla içselleştirdiğini, logokratik söyleme daha az itibar ettiğini ortaya koymaktadır.
Bu uzun vâdede komisyonların ne gibi bir anlaşmaya vararak, nasıl bir anayasa kaleme alacaklarından daha etkili olacaktır. Belirli bir demokrasi seviyesine ulaşmış bir toplumda oluşan "toplumsal sermaye" yatırımını yapmaktadır. Siyaset ve bürokrasinin vereceği destek bunun neticelerinin alınmasını hızlandıracaktır. Ama onlar karşı çıksalar da bu yatırım mutlaka toplumsal kâr (demokratikleşme) olarak geri dönecektir.