Haşmet Babaoğlu 15 Ekim tarihli güzel yazısında yüzüncü yıldönümü anılan Balkan Harpleri'nin günümüzde hissedilen psikolojik etkilerinin, Harbi Umumî yenilgisinden kaynaklananlardan daha önemli olduğuna işaret etti. Yaşandığı dönemde "Balkan faciası" şeklinde kavramsallaştırılan bu gelişme, Babaoğlu'nun ifadesiyle "kırık gururumuzun tarihsel kökeni"ni oluşturmaktadır. Bu fevkâlâde yerinde bir tespittir. Ancak bu harplerin gurur kırılmasının yanı sıra, bir kısmı bunun neden olduğu travmadan kaynaklanan, diğer önemli etkileri olduğunun da vurgulanması gereklidir.
Anavatan telâkkisi
Rumeli'nin yitirilmesi toprak kaybının çok ötesinde bir gelişme olup, imparatorluk telâkkisinin değişmesi anlamına geliyordu. Asırlar boyunca geliştirilen imparatorluk algısı İstanbul'un doğusu ve batısında yer alan iki temel parçadan (Anadolu ve Rumeli) oluşan ve Arap vilâyetleri ile Kuzey Afrika'dan müteşekkil bir periferi ile çevrelenen bir yapıydı. Bu telâkki, dolaylı yolla da olsa, Anadolu ve Rumeli'yi "gerçek anavatan" olarak kavramsallaştırıyordu. II. Abdülhamid'in Arap vilâyâtını da içselleştiren bir algı yaratma konusunda sergilediği gayret ve devlet salnâmelerinde Hicaz başta olmak üzere Arap vilâyetlerine öncelik verilmesi benzeri yeni geleneklerin icadına karşılık bu alanda fazla yol katedilemedi.
Balkan Harpleri Osmanlı sınırını Adriyatik'den önce Midye-Enez hattına, daha sonra ise Edirne'ye getirince yeni imparatorluk ve anavatan telâkkilerinin yaratılması zorunlu oldu. Pâyitahtın Konya ya da Şam'a nakli benzeri projeler, sadece İstanbul'un korunmasının askerî açıdan zorlaşmasından kaynaklanan stratejik tasavvurlar değil yeni imparatorluk telâkkilerinin de yansımalarıydı.
Ancak Arap vilâyâtını çevreden merkeze taşımayı hedefleyen yeni telâkkinin aşması gereken ciddî sorunlar vardı. İmparatorluk merkezinden ayrı kültürel hayatı olan bu çevreden yeni bir Rumeli yaratmak zaten zorken, 1913 yılında Paris'te topladıkları Arap Kongresi ile merkeze ademi merkeziyet ve Arapçanın eğitim ve kamusal alanda kullanılması taleplerini ileten milliyetçi entelektüellerin bölgede güç kazanması bunu neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Yeni telâkki uzun uzadıya tartışılma şansı da bulamadı. 1918'e gelindiğinde sorun artık eski çevrenin nasıl anavatanlaştırılacağı değil, eski telâkkinin iki temel parçasından biri olan Anadolu'nun nasıl kurtarılacağıydı.
Balkan harpleri, bu nedenle Anadolu merkezli, bu coğrafyanın kutsanmasına dayalı bir milliyetçiliğin benimsenmesinin önünü açtı. Bunun yanısıra Balkan harpleri sonrası paylaşımında bir bölgeye diğer etnik gruplardan evvel yerleşmeye atfedilen önem (meselâ eski Sırbistan'ın "kalbi" olduğu gerekçesiyle Kosova'nın Arnavutlar yerine Sırplara bırakılması) brakisefal kafataslı Hititlerin Türklerin ataları olduğunu savunan Türk Tarih Tezi gibi, bilimsel açıdan fazla anlamlı olmayan, ancak Anadolu'da kimseye "biz Türklerden evvel buradaydık" diyebilme imkânı vermeyecek kuramların geliştirilmesinin zeminini hazırladı.
Kültürel Batılılık
Adriyatik'ten Edirne'ye gerileyen sınır "Batı'nın parçası olmayı" da doğal olmaktan çıkartmıştı. Çar I. Nikola'nın popüler ifadesiyle Osmanlı "Avrupa'nın hasta adamı" idi. Ancak bu aşağılayıcı teşbih bile Osmanlı'nın "Avrupalılığı"nı vurguluyordu. Nitekim Avrupa dengesinin üyesi olduğu 1856 yılında kabul edilen Osmanlı, 1912'de dahi Avrupalılığını coğrafyaya dayandırabiliyordu. Ancak 1913 sonrasında elde kalan Avrupa toprakları doğu Trakya'nın bir bölümüyle sınırlanınca bu bir hayli güçleşecekti. İmparatorluk seçkinlerinin kâbusu olan ve "ma'azallah İran oluruz" ifadesiyle dile getirdikleri "Avrupa'dan çıkarılma" gerçekleşince, Batı'nın parçası olmayı coğrafya değil, kültür üzerinden iddia etmek zorunlu hale geliyordu. İmparatorluk yöneticileri bu konuda tezler geliştirecek zamanı bulamadılar. Bunlar başkentini Asya'ya taşıyan yeni ulus-devlet tarafından ortaya konuldu. İlk olarak Anadolu "medeniyetler beşiği" ve "Avrupa medeniyetini kuran brakisefal kafataslı insanların yurdu" olarak kavramsallaştırıldı. Anadolu o denli özeldi ki, onun Asya'ya dahil edilmesi imkânsızdı.
Bunun yanısıra Cumhuriyet Batılılaşmasının hedeflerinden birisi de Türkiye'nin "kültürel" olarak Batı'nın parçası olduğu, "geri kalmış, ilkel, medeniyete sırtını çeviren" Ortadoğu ile coğrafya dışında bağlantısı bulunmadığını ortaya koyabilmekti. Süveyş Kanalı'nın açılışında "Mısır'ın Afrika ile irtibatını sona erdirip Avrupa'nın parçası" haline geldiğini iddia eden Hidiv İsmail Paşa gibi Türk seçkinleri de Türkiye'nin "kültürel" anlamda Batılı olduğu tezini resmî ideolojinin önemli bir parçası haline getirdiler.
Bu tezin mimarlarının çoğunun, İsrail'in Batı'nın parçası olduğunu kültür üzerinden savunan Eşkenazi Yahudiler gibi, zorunluluklar nedeniyle farklı bir coğrafyaya hicret eden, Rumelililer olması ilginçtir. İsrail'in tezinin tersine Türk iddiasının Batı'da destekleyicisi yok gibidir. Buna karşılık bu iddia toplumun seçkinleri tarafından fazlasıyla içselleştirilmiştir.
Türk milliyetçiliği
Balkan harplerinin üçüncü önemli etkisi Türk milliyetçiliğinin şekillenmesinde gerçekleşmiştir. 1908 sonrasının yükselen ideolojisi Türkçülüğün savunucuları, savaşın Türklere "biz değil ben" demeyi öğrettiğini savunuyorlardı. Basının örnek Osmanlı davranışı olarak övdüğü orduya gönüllü yazılan Yahudi gençler, cepheye giderken geçtikleri İstanbul'da ahalinin ilgiyle izlediği Kürt aşiret süvarileri, Çatalca'ya ulaşan Arap askeri, Türkler dışındaki unsurların "ihaneti" vurgusunu kuvvetlendiren bir milliyetçiliğin tırmanışa geçmesini engelleyemiyordu.
Bu "ihanet" duygusunun kuvvetlenmesi, yükselen, ancak Osmanlılık sınırları içinde tutulmaya çalışılan Türkçülüğün zincirlerinden kurtulması sonucunu doğurdu. Osmanlılık iflâs etmişti. Artık diğer anâsırla olan ilişkiler, ülkenin "gerçek sahibi" olan Türklerin çıkarlarına göre yürütülecek, ayrılıkçılık her yola başvurularak bastırılacaktı. "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşımı siyasete dönüştüren Dr. Nâzım ve Dr. Bahaeddin Şakir gibi liderlerin, savaş sırasında Yunan ve Bulgarlara esir düşmelerinin de diğer unsurlarla ilişkilerin sertleşmesinde rol oynadığı şüphesizdir. Bu açıdan bakıldığında Dr. Nâzım'ın Rumların Batı Anadolu'dan göç ettirilmesi, Dr. Bahaeddin Şakir'in ise Ermeni tehcirinde idareci olarak görev almaları tesadüf değildi.
Balkan harplerinin yarattığı travmayı halen tam anlamıyla atlatamadığımız doğrudur. Bu savaş kendimizi nasıl tanımladığımızdan kültürel kimliğimize varan bir alanda toplumumuzu derinden etkilemiştir ve etkilemektedir.