Atatürk'ün bir siyasî lider olarak hangi sınıflamaya sokulabileceği üzerine başlatılan güncel tartışma toplumumuzun büyük sorunlarından birisini yeniden hatırlamamıza yol açtı. Bu sorun en basit şekliyle "Geçmişini tarihselleştirememe, devlet kurucusunu insanlaştıramama" olarak özetlenebilinir. İlginç olan sorunun gündemimizden neredeyse hiç çıkmamasına karşın içselleştirilmesi ve her toplumda yaşanıldığının düşünülmesidir. Bu yapılmadığında ise "kendimize özgülük" limanına sığınılarak, başka hiçbir toplumda "görülmeyen özelliklerimiz" nedeniyle "geçmişimizi tarihselleştiremememiz ve devlet kurucusunu insanlaştıramamamızın" normal olduğu savunulmaktadır.
Seküler kutsallık
Geçmişimizi tarihselleştirme yerine altın çağdaşlaştırmamız ve ulus-devlet kurucumuzu da insanlaştırmayarak kültleştirmemizin yarattığı en önemli sorun, bu tercihlerin doğal sonucu olarak kuruluş sürecinin "her şeyin mükemmel olduğu" bir dönem, kurucunun ise "hatadan münezzeh" bir lider olarak kutsanmasıdır. Bunun neticesinde ise resmî ideoloji "din" niteliği kazanmakta, ulus-devletin kuruluş dönemi "asrı saadet" olarak kavramsallaştırılmakta, kurucu lider ise "insanüstü" bir kişiliğe büründürülmektedir.
Bu açıdan bakıldığında Atatürk için kullanılan "Ulu," "Yaratıcı," "Yüce" benzeri sıfatların dinî referanslarının da bulunması, 1945 yılına kadar Türk Dil Kurumu sözlüklerinde "din" kelimesinin mecazî anlamda kullanımına örnek olarak "Kemalizm Türk'ün dinidir" cümlesinin verilmesi tesadüfî değildir. Bu dinselleşmenin toplumun eğitimli tabakalarında ciddî bir etki yarattığı şüphesizdir. Cumhuriyet'in ilk yıllarında Türkiye'yi ziyaret eden Grace Ellison'a bir Maarif müfettişi tarafından yapılan "Bizim peygamberimiz Gazimizdir. Biz o Arabistanlı şahıs ile ilişkimizi sona erdirdik. Muhammed'in dini Arabistan'a pek uygundu; ama bize yaramaz" yorumu bu etkiyi yansıtan ilginç bir örnektir.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, şahıs kültüyle desteklenen seküler bir milliyetçilik, Durkheim'ın da öngördüğü gibi, kendine özgü âyin ve semboller aracılığıyla dinselleşmiştir. Celâl Bayar'ın "Atatürk'ü sevmenin millî bir ibadet" olduğunu söylemesi Durkheim'ın tezini doğrular mahiyettedir. Bir ideolojinin seküler temelli olması ve millî bir lideri kutsaması, genellikle zannedildiğinin tersine, onun dinî nitelik kazanmasını engellemez.
Nitekim 1930'lu yılların ders kitaplarında kurucu lider için "Beşeriyet Harikası"sıfatının kullanılması, dönemin resmî neşriyatında onun "gizli ruh illetlerinin doğurduğu bir peygamber . . . değil . . . hakiki bir deha" olduğunun belirtilmesi bu kutsallaştırmanın seküler kavramlar ve "insanüstülük" tezi üzerinden yapıldığını ortaya koymaktadır. Bunun sonucunda ise ideoloji, kuruluş dönemi kutsaması ve lider kültüyle şekillendirilen, kendine özgü âyin ve sembollerle kitlelere nüfuzu hedefleyen bir dogma ortaya çıkmaktadır.
Bir "Mucize" olarak Cumhuriyet
Bu yorumu yaparken, Cumhuriyet kurucularının temel amaçlarının dağ yamaçlarına düşen gölgeleri "mucize" olarak yorumlayabilecek, metafizik alana kayma eğilimi kuvvetli bir dogma yaratmak olduğunu söylemenin doğru olmadığına işaret etmek gerekir. Sorun onların yaratılan ideoloji ve şahıs kültünün, dinsellik boyutuna evrilmeye fazlasıyla yatkın olduğunu görememiş olmalarından kaynaklanmaktadır.
Söz konusu ideoloji dinî karakteri nedeniyle Cumhuriyetin kuruluşu da dahil olmak üzere modern ulusdevletin oluşum sürecini bir "mucize" olarak görme eğilimindedir. Cumhuriyet rejiminin I. Dünya Savaşı öncesinde yaygın olmadığı doğrudur. 1914 yılında Avrupa'da Fransa ve İsviçre dışında cumhuriyet bulunmamaktaydı. Ama savaş sonrası koşullarda hem çok uluslu imparatorlukların çekirdekleri (Avusturya, Rusya ve Türkiye), hem de onların yıkıntıları üzerine kurulan ulus-devletlerin çoğu bu rejimi benimsemişti. Bu bir anlamda zamanın ruhunun dayattığı bir tercihti. Müslüman dünyada da cumhuriyet rejimi çok sayıda taraftar buluyordu. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti (1918), Trablus Cumhuriyeti (1918) ve Rif Cumhuriyeti (1923), dış gelişmeler nedeniyle uzun süre yaşayamamışlar; ama cumhuriyetçiliğin Müslüman entelektüellerin bir bölümü tarafından da benimsendiğini ortaya koymuşlardı. Bu, yeni Türk devletinin cumhuriyet rejimini kabulünün radikal bir karar olduğu gerçeğini değiştirmez. Ancak radikallik "mucize"den oldukça farklıdır.
Bizatihi cumhuriyetin kuruluşunun dahi "mucizeleştirilmesi"nin her devletin yarattığı kuruluş mitolojisiyle karıştırılmaması gereklidir. Benzer şekilde bu tür kutsamaların her devletin yaptığı toplumsallaştırma faaliyetinin de ötesine geçtiğini belirtmek yararlı olur. Karşı karşıya bulunduğumuz "her şeyin mükemmel olduğu, günümüzdeki sorunların bu mükemmelikten sapma" olarak yorumlandığı bir altın çağ kavrasallaştırılması ve sadece ilkokulda değil, beşikten mezara uygulanan bir toplumsallaştırma gayretidir.
İnsanüstü bir lider olarak Atatürk
Resmî ideoloji, cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan dönemi "asr-ı saadet" biçiminde kutsarken, Atatürk'ü de "insanüstü," kimsenin aklına gelmeyecek programlar yaratan, dönüşümler tasarlayan bir felsefeci-önder olarak kavramsallaştırmaktadır.
Halbuki Atatürk, bu kavramsallaştırmanın tersine döneminin fazlasıyla tartışılan konuları üzerine ortaya konulan tezleri analiz ederek yorumlayan ve siyasete dönüştüren pragmatik bir siyasetçiydi. Bunu yaparken de İkinci Meşrutiyet Dönemi Garbcı ve Türkçülerinin tezlerinden fazlasıyla yararlanmıştı. Bunun yanısıra kendisi temel tez ve siyasetlerini Gustave Le Bon'dan Durkheim'a, Büchner'den Huxley'e, Pittard'dan Montandon'a çok sayıda düşünürden etkilenerek geliştirmişti.
Dolayısıyla Cumhuriyet'in "kurucu felsefesi" de insanüstü bir felsefeci- liderin "hikmet" olarak yorumlanabilecek fikirlerinin değil, pragmatik bir devlet adamının millet inşa etme amacıyla dönemin düşünce akımlarından yarattığı sentezin ürünüydü. Bu yorumu yaparken Atatürk'ün entelektüel bir gayretten ziyade millet inşa etme amacına yönelik bir çaba sergilediğini de vurgulamak gerekir.
Meselâ dönemin antropolojik akımlarından üretilen Türk Tarih Tezi'nin bilimsel gerçeklerle ne denli bağdaştığı Atatürk için bir sorun teşkil etmiyordu. Onun açısından önemli olan bu tezin Türklere "medeniyet kurucusu" bir ırkın torunları oldukları düşüncesini aşılaması, Türklerin "parlak geçmişi"ni Osmanlı öncesine götürmesi ve İslâmdan bağımsız kılmasıydı.
Ulus-devletin kuruluş dönemini altın çağdaşlaştırmamız ve kurucu lider kültü yaratmamız bizi tarihsizliğe mahkûm etmekle kalmamakta, bunların terkedilmesi isteğini "kutsala hakaret" olarak algılayan geniş bir toplum kesimiyle çatışma zemini yaratmaktadır. Bunun ise bu zorunlu değişimi ne denli zor hale getirdiği açıktır.