Son senelerde yaşanan her 29 Ekim yıldönümünde olduğu gibi, bu sene de, basınımızda uzun uzadıya "Cumhuriyet"in ne "olduğu" ve neyi "ifade ettiği" tartışması yapıldı. Bu yapılırken dikkati çeken bir husus ise son yirmi yılda ortaya çıkan "Yeni Cumhuriyetçilik" hareketinin bu kavramı yeniden "kültleştirme" çabasına hız vermesi oldu.
Cumhuriyet kültünü kendisinden örnek alarak geliştirdiğimiz Fransa'da "cumhuriyetçilik"in, 1990'larda başta Marksizm olmak üzere yaygın ideolojilerin büyük çapta devre dışı kalmaları sonucunda kazandığı entelektüel ivme, günümüzde gerileme sürecine girmiştir. Buna karşılık, aynı nedenle ve aynı dönemde popülerleşen Türk "Yeni Cumhuriyetçiliği"nin literati nezdinde gördüğü kabul sürmektedir.
1995'te Regis Debray'nin "Demokrat mısınız, Cumhuriyetçi mi?" başlıklı makalesiyle popüler tezlerini ortaya koyan, 1998'de ise Blandine Kriegel'in Cumhuriyet'in Felsefesi kitabıyla kuramsal çerçevesini şekillendiren bu son dönem cumhuriyetçiliği, Türkiye'de kurucu kadro vecizelerinin yorumu ve Debray'nin vülgarizasyonu düzeyinde tartışılmaktadır.
Köylüler Türkleşirken
Cumhuriyet kurucularının millet inşa etme sürecinde bir "Cumhuriyet kültü"nü gerekli gördükleri açıktır. Bu liderler, bir anlamda, "köylüler"i, Eugen Weber'in ortaya koyacağı gibi toplumsal modernleşme ile tedricen değil ideolojik eğitimle hızla "Türkler"e dönüştürecek bir araca ihtiyaç duyuyorlardı. Onlara göre bunu sağlayabilecek en etkili motor güç,
Üçüncü Cumhuriyet'in tanımladığı anlamda "cumhuriyetçi ruh" idi. Üçüncü Cumhuriyet'in zaferlerini yakından izleyen Türk ulus-devletinin kurucuları bu "cumhuriyetçi ruh"un, tıpkı Fransız örneğinde olduğu gibi, her türlü farklılığı törpüleyerek, aidiyeti sadece "siyasî" düzeyde tanımlayan "cumhuriyet vatandaşları" yaratacağını varsayıyorlardı.
Bu tür bir "cumhuriyet kültü" adem-i merkeziyetçiliği ve yerel güçlerle pazarlığı reddettiği, dinin devlet denetimine geçmesini savunduğu, "özgürlük"ü "akıl"ın zaferi sonucunda kazanılan haklar olarak gördüğü ve herhangi bir "topluluk"u tanıyarak ona kolektif haklar vermeyi kabul etmediği için, 1920 ve 30'lu yıllarda Türk ulus-devletinin inşa sürecini idare edenler tarafından, karşılaştıkları sorunları bertaraf edecek bir araç olarak benimsenmişti.
Meb'usların seçim bölgelerini değil "millet"i temsil ettiği, "yerel"in siyaset dışı bırakıldığı, örgütlenmiş dinin toplumsal alan haricine çıkarıldığı, bireyin "aydınlatılarak" "özgürleştirildiği," etnik farklılıkların tanınmadığı bir yapı, Cumhuriyet kurucularının gözünde, köylüleri "Türkler"e dönüştürecek ideal düzendi. Bunu sağlayacak temel aracın ise "eğitim" olduğu düşünülüyordu. Erken Cumhuriyet'in eğitime atfettiği önem, son tahlilde, toplum üyelerini ulusdevlet ideolojisini içselleştiren "cumhuriyet vatandaşları"na dönüştürme arzusundan kaynaklanıyordu.
Bu eğitim neticesinde fertler tektipleştirilecek ve yeni "Türk milleti," Renan'ın 1882'de ifade ettiği gibi, ortak pek çok yönü bulunan, ama pek çok şeyi de "unutmuş," bireylerin toplamından oluşarak, kendini günlük halkoylamalarıyla tanımlayan bir siyasî cemaat biçiminde şekillenecekti.
Planda hangi demokrasi vardı?
Genellikle varsayıldığının tersine, bu yaklaşımın ciddî bir "demokrasi" kaygısı yoktu. Çok partili yaşam denemesi de Anglo-Sakson demokrasileri benzeri, farklı çıkarların uzlaştırılmasını, çoğulculuğu, sivil toplumun karar alma sürecine katılımını ve çok kültürlülüğü sağlayacak bir yapının te'sisini hedeflememişti.
Diğer bir ifadeyle Cumhuriyet kurucuları, tarihçi Pierre Rosanvallon'un Fransız demokrasisini tanımlamak amacıyla yaptığı "çıkarlar çatışmasına, talep ve ihtiyaçların pazarlığına dayanmayan, 'genel çıkar'ı sağlama amaçlı ve akılcılık temelli" sistem kavramsallaşmasına -'genel çıkar'ı belirleme tekeli ellerinde kalmak koşuluyla- itiraz etmiyorlardı.
Dolayısıyla, genellikle düşündüğümüzün tersine, Cumhuriyet kurucuları 1950 sonrası Türkiyesi benzeri bir çoğulculuk ve "demokrasi"yi planlamamışlardı. Hattâ yaşasalardı bunu zararlı bulmaları bile mümkündü.
Bu anlamda Türkiye'de, erken Cumhuriyet ideologlarının karşı-devrim olarak yorumlayacağı, tedricî bir devrim yaşandığı gözden uzak tutulmamalıdır. Bu çerçevede toplumumuz imkân verildiği andan itibaren erken Cumhuriyet ideolojisinin arzuladığı türde değil, "değişik çıkarların çatışması" ve "pazarlık"a dayalı, "yerel"in temsil edildiği, farklılıkları reddetmeyen bir demokrasiyi tercih etmiş (bu ideale ulaşmakta ne denli başarılı olunduğu ayrı bir konudur), "cumhuriyet"i ise monarşi karşıtı bir rejim türü olarak kavramsallaştırılmıştır.
Yeni cumhuriyetçilik ve demokrasi
Toplumun genelinin bu tercihine karşılık, bir kısmı Kemalist bir kısmı da Debray gibi sol gelenekten gelen Türk literatisi tarafından Marksizmin popülerliğini kaybetmesi sonrasında canlandırılmaya çalışılan "cumhuriyet kültü"nün temel sorunu, bunun zamanın ruhuyla olan uyuşmazlığıdır. Çok kültürlülüğü, farklılığı, çoğulculuğu, piyasa ekonomisini, bireysel düzeyde yaşanmayan dinselliği tehdit olarak gören bu kült, Birnbaum'un ifadesiyle, geçmişteki düşmanlarıyla kavga eden "hayalî bir Fransa" varsayımına dayanmaktadır.
Bunun da ötesinde on dokuzuncu asır ideolojik dönüşümlerinin günümüz dünyasında gerçekleştirilmesi mümkün olamamaktadır. Cumhuriyet kültü Breton ve Normanları on dokuzuncu asır "cumhuriyet okulları"nda Fransızlaştırmış; ama günümüzde 2.5 milyonluk Müslüman göçmen kitlesini dönüştürmekte başarısız olmuştur. Kriegel, Paris banliyölerindeki alevleri "cumhuriyet"in başarısızlığı olarak görmenin haksız olduğunu felsefî çözümlemelerle açıklamaya çalışmaktadır. Ancak Fransız entegrasyon kurumlarının raporlarında da altı çizildiği gibi ortada ciddî bir "dönüştürememe" sorunu bulunmakta, bu ise tek kültürlülükte ısrar eden bir toplumda çatışma zemini yaratmaktadır.
Debray'nin cumhuriyetçi ruhun üstünlüğünü dile getirmek için Giuseppe Verdi'den ödünç aldığı "Bizi geçmişe götürün, ilerleme başlasın" ifadesini kullanması, yeni cumhuriyetçiliğin en ateşli ideologlarının bile canlandırmaya çalıştıkları kültün günümüz dünyasında bir anakronizm olduğunun farkında bulunduklarını gösterir. Bu rafinelikten yoksun Türk Yeni Cumhuriyetçiliği ise söz konusu ilerlemenin bir altın çağın yeniden yaratılmasıyla sağlanabileceğini savunmaktadır.
Siyaset bilimcilerin bir "istisna" olarak gördükleri Fransa'da yirmi yıl önce kazandığı ivmeyi kaybetmeye başlayan bir ideolojinin Türk literatisinin desteğini almayı sürdürmesinin değişik nedenleri vardır. Debray cumhuriyetçi bireyin (homo republicanus) "erkeksi hataları" bulunabileceğini, buna karşılık demokratın (homo democraticus) "kadın karakterli" olduğunu savunmuştu. Erkeksi hatalardan çok çeken, Debray'nin de işaret ettiği gibi "hastalıklı bir cumhuriyetçiliğin kışlada dejenere edildiğini" defaatle tecrübe ederek öğrenen toplumumuz bu alandaki tercihini yapmıştır.