Günümüzde pek de hatırlanmayan "10 (23) Temmuz 1324 (1908) İnkılâbı" yakın tarihimizin en önemli kırılma noktalarından birisidir. Erken Cumhuriyet'in tüm Osmanlı tarihini monolitik biçimde "devr-i sabık" haline getirmesi bir kenara bırakılırsa, modern toplumumuzun "devr-i sabık"ı 1908 öncesidir. Günümüzde sıradan bir bireyin 10 Temmuz İnkılâbı öncesi koşulları, meselâ partisiz siyaseti, atama yoluyla görevlendirilen bürokratik hükûmeti, kavrayabilmesi oldukça güçtür. Aynı bireyin söz konusu dönemin entelektüel tartışmasını anlayabilmesi ve onu günümüzle ilintilendirebilmesi ise neredeyse imkânsızdır.
Buna karşın II. Meşrutiyet olarak dönemselleştirdiğimiz zaman diliminde siyasetten entelektüel tartışmaya ulaşan bir alanda günümüzdekilere benzer söylemler kullanılmıştır. Dolayısıyla bu dönem hem merhum Profesör Tarık Zafer Tunaya'nın deyimiyle günümüz Türkiyesi'ni anlayabilmemiz, onun sorunlarının tarihî köklerini kavrayabilmemiz için bir "laboratuar" işlevi görürken, hem de günümüzle doğrudan ilintilendirebileceğimiz geçmişin başlangıç noktasını oluşturur. Günümüzde "Yeni İttihadçılık" benzeri kavramsallaştırmalar yapılması da bu devamlılığın ilginç bir göstergesidir. 10 Temmuz öncesi dönemle paralellikler kurulması ise oldukça zordur.
Bunu vurgularken "II. Meşrutiyet" dönemselleştirmesinin daha sonra yapıldığını ve gerçekte 1908 ile erken Cumhuriyet arasında ciddî bir devamlılığın var olduğuna işaret etmek gerekir. Bu anlamda Cumhuriyet için zaman zaman kullanılan "III. Meşrutiyet" kavramsallaştırması, değişik sorunları içermekle birlikte, söz konusu devamlılığı dile getirmesi bakımından önemli bir tespittir. Büyük resme baktığımızda 1908 sonrası ciddî devamlılıkları beraberinde getirir ve "Kemalizm" de 10 Temmuz İnkılâbı'nı yaratan zihnî yapının ulus-devlet ölçütünde ürettiği bir ideolojidir.
Gerçekleştiricileri tarafından iki büyük Temmuz devrimi (4 Temmuz Amerikan Bağımsızlık Beyannâmesi'nin Continental Congress tarafından ilânı ve 14 Temmuz Fransız Devrimi) ile kıyaslanan ve kendisine benzeri bir önem atfedilerek İnkılâb-ı Azîm olarak adlandırılan 10 Temmuz, gerçekte bir asırdır toplumumuzu yöneten ve iktidarını sürdürmek için son çabalarını ortaya koyan bir ideolojinin iktidara gelişini simgeler. Muhafazakâr eylemci bu ideoloji, söylem düzeyinde muhafazakârlığı reddederek, kendisini "devrimci" ve "mazlum" toplulukların sözcüsü olarak kavramsallaştırmıştır. İlginçtir ki bir yandan yeni bir "emperyal vizyon" geliştiren İttihad ve Terakki liderleri, öte yandan Osmanlı Devleti'nin Batı emperyalizmi ile mevcut ilişkisi üzerinden yarattıkları "mazlumiyet"i "sol" bir söyleme dönüştürüyorlardı.
İttihadçı siyasetlerin hazırlanması ve uygulanmasında önde gelen roller ifa eden Enver Paşa ve Dr. Bahaeddin Şakir Bey 1920 Bakü Doğu Halkları Kongresi'ne katılmalarında herhangi bir sorun olmadığını düşünüyorlardı. Bu açıdan bakıldığında "Sol Kemalizm"in benzer bir anti-emperyalist "sol" söylem geliştirmesi tesadüf eseri değildir.
Gerçekte sol ile ilgisi olmayan bir "sol" söylem kullanan muhafazakâr eylemcilik, yeniden açılması için "ihtilâl" yaptığı "meclis"i de "amaç" değil "araç" olarak görüyordu. Bu yaklaşıma göre bir kurum olarak "temsil", hedeflenen dönüşüm programını meşrulaştırdığı ölçüde yararlı, buna karşılık, halkın talepleri çerçevesinde siyaset yapmaya kalkıştığında zararlı idi. Dolayısıyla bir yandan "hâkimiyet-i milliye" yüceltilir, meclis kutsanırken, öte yandan da meclisin istenen dönüşüm programının gerçekleşmesi için onay mercii olarak çalışması isteniyordu.
Enver Paşa'ya atfedilen "yok kanun, yap kanun" vecizesinde en anlamlı yansımasını bulan bu yaklaşım, 1908 Meb'usanının İttihadçılar için tahammülü güç bir yük haline gelmesi neticesini doğuruyordu. Benzer özellikler taşıyan 1920 Meclisi'nin de yerini yeni dönüşüm programını fazla tartışmadan onaylayacak bir yapıya bırakması pek de şaşırtıcı değildir.
Bu açıdan bakıldığında yaptıklarını meşrulaştıran bir "meclis" e sahip olmakla beraber, İttihadçılar 1913'te bir kurum olarak denetimleri altına aldıkları orduya dayanarak Merkez-i Umumî denetiminde bir vesayet sistemi yaratmışlardı. Son tahlilde bürokratik bir eylem olarak tanımladıkları "siyaset"i belirleyen de bu yapı oluyordu. İttihadçılar bunun, toplumu, ideolojilerini ve değişim programlarını sebükmağzan (akılsız) sıfatını yakıştırdıkları kitlelerin tasallutundan korumak için gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Örgütsel kültün yerini kişisel külte bırakması dışında erken Cumhuriyet ideolojisi de "meclis"i meşrulaştırma aracına indirgeyerek, ordu ve sivil bürokrasinin "siyaset"i denetlediği, kontrol altında tuttuğu ve "ayak takımı" olarak görülen kitlelerin saldırısından koruduğu bir vesayet sistemi geliştirerek ilginç bir devamlılık yaratmıştır.
Erzurum Kongresi'nin 23 Temmuz'da başlatılması, "İnkılâb- ı Azîm"in 1934'e kadar bayram olarak kutlanması söz konusu devamlılığın, Osmanlı geçmişinin monolitikleştirilerek reddedilmesi yaklaşımına karşın, uzun süre kabul gördüğünü bize gösterir. 10 Temmuz, 1935'te bayram olmaktan çıkarıldığında "en büyük bayram" olma özelliğini çoktan kaybetmiş durumdaydı. Ancak 10 Temmuz yakın dönem tarihimizin "büyük resmi"ne bakıldığında günümüze uzanan bir sürecin başlangıç noktasıdır.
Toplumumuzun son yıllarda geçirdiği büyük değişim bu süreci tamamlanma aşamasına taşımıştır. Bunun tabiî neticesi olarak, sol olmayan "sol" bir söylem benimseyen, gerçek siyaseti hakir gören bir siyaset anlayışı yaratan, otoriter toplum mühendisliğini yücelten, muhafazakâr eylemci zihniyetin toplumumuzdaki belirleyici gücü de sona ermektedir. Çağın koşulları, kendini ne denli dönüştürürse dönüştürsün, günümüzde bu ideolojinin egemenliğini sürdürmesini imkânsız kılmaktadır.
Bu doğal olarak söz konusu zihniyetin bütünüyle ortadan kalkması sonucunu doğurmayacaktır. Benzer süreçlerin sonuna gelinen toplumlarda anakronizme dönüşmüş ideolojileri savunan, bunların zafer günlerini kutlayan siyasî parti ve kitlelerin varlıklarını sürdürmeleri gibi, 10 Temmuz'u yaratan ve toplumumuzu bir asrı aşan bir süre şekillendiren bir zihniyetin taraftarları, hep azınlıkta kalsalar da, var olacaklardır. Tek fark kendilerini tarihsizliğe mahkûm eden bu kimselerin 10 Temmuz'u kutlamayacak olmalarıdır.