Toplumumuzda asker-sivil ilişkilerinin kendine özgü bir karakteri olduğu, bunun kültürel temelleri bulunduğu, sürekli olarak tekrar ederek içselleştirdiğimiz pek çok kavramsallaştırma gibi anlamlı temellere dayanmamaktadır.
Seçimlerde siyasete yöneltilen en önemli talebin "bedelli askerlik" olduğu bir toplumun, "asker-millet" niteliği taşıdığını, kültürel nedenlerle, olağandışı bir sivil-asker ilişkisine sahip olması gerekliliğini savunmak fazla anlamlı değildir.
Bu mutasavver "kendine özgü" ilişki de pek çok tabumuz gibi geçmiş bir gerçekliğin dile getirilmesidir. Buna karşılık dokunulmazlık ve tartışılmazlığını uzun süre korumuştur.
1826 öncesi Osmanlı toplumunda askerî ve sivil alanların iç içe geçtiği doğrudur. Ancak bilhassa Tanzimat sonrasında söz konusu alanların birbirinden ayrılmaya başladığı da bir gerçektir.
Osmanlı bürokratik reformu ve yeni ordu teşkilâtlanması bu ayrışmayı pekiştirerek iki saha arasında eski dönemde var olan geniş gri alanı tedricen ortadan kaldırmıştır.
Askerî ve sivil alanların birbirinden ayrılması ve bunlardan birincinin ikincinin kontrolü altına girmesine karşın, "cihet-i askeriye"nin özerkliğini gitgide artırması evvelce görülmeyen bir iktidar mücadelesini de beraberinde getirmiştir. Yeni askerî örgütlenme Yeniçerilerin tersine içinden çıktığı toplumun değerlerini yansıtan, kendini gelenekle eklemleştirmiş bir sınıf yerine, modernleşme alanındaki öncülüğü nedeniyle, kendini toplumun diğer kesimlerinden farklı, onun üstünde gören, gelenekle olan ilişkisini ise çatışma temeline oturtan bir bürokratik sınıf yaratmıştır.
"Cihet-i Askeriye"nin özerklik ve etki alanını genişletmeye çalışan bu yeni askerî sınıf, arzularının kavramsallaştırılmasını Mekteb-i Harbiye reformunu da gerçekleştiren bir Alman askerî strateji kuramcısının çalışmalarında bulmuştur. Colmar von der Goltz 1883'te yayınladığı ve Millet-i Müsellâha (Silahlı Millet) adıyla Türkçeye çevrilerek dünya askerî strateji literatüründe kendine saygın bir yer edinen Das Volk in Waffen eserinde yaygınlık kazanmaya başlayan Sosyal Darwinizm'in de etkisiyle sanayileşme sonrası dünyasında "savaşın kaçınılmazlığı" nı vurguladıktan sonra, bu nedenle, geleceğin harplerinin cephede orduların vuruşması değil silahlanmış milletlerin topyekûn mücadelesi şeklinde geçeceğini savunmuştu. Goltz'a göre bu nedenle ordu komuta kademesi toplumun örgütlenmesi ve idaresinde daha önemli bir rol oynamalıydı.
Bizzat Goltz'un ıslâh ettiği bir kurumda onun zikredilen kitabını okuyarak eğitilen Osmanlı erkân ve ümerâsı düşüncelerini kuramsallaştıran "Silahlı Millet" fikrini içselleştirmekten öte idealize etmiştir. Son üç kuşak Osmanlı subay kadrosu kendilerini böylesi bir "millet"in yaratıcısı, bilinç aşılayıcısı ve doğal idarecileri olarak görmüştür.
Bu kadronun kendine biçtiği doğal toplum liderliği rolünün nasıl icra edileceği alanında iki temel yaklaşım ve siyaset geliştirilerek uygulanmıştır. Bunlardan birincisi ordunun bir kurum olarak "silahlı millet"in yol göstericisi olması, ikincisi ise subayların geniş çaplı katılımıyla paramiliter karakterli, daha sonraki Arap Baasçılığına benzer, bir örgütlenmenin yaratılmasıydı.
On Temmuz İnkılâbı'nı gerçekleştiren örgüt, Enver, Niyazi, Cemal Beyler benzeri orta rütbelerdeki subayların eylemci boyutu üstlendikleri bir yapılanmaydı. Buna karşın ordunun komuta kademesi silahlı kuvvetlerin "silahlı millet"e maceracılık olarak yorumladıkları bu tür bir örgütlenme aracılığıyla değil, bir kurum olarak yol göstermesinin gerekliliğini savunuyordu.
Siyasete kurumsal müdahaleyi ve siyaset üretiminde ordunun ağırlığının güçlendirilmesini savunan komuta kademesi ile bunun İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin askerî kanadı aracılığıyla gerçekleştirilmesini arzulayan genç subaylar arasındaki çatışma 1913 yazına kadar sürdü. Mahmud Şevket Paşa ve Enver Bey'in önderlik ettikleri bu iki yaklaşımın mücadelesi, ordunun siyasete kurum olarak hâkim olmasını savunan birinci liderin katli sonrasında genç subayların galibiyetiyle neticelendi.
Bu subaylar daha sonra orduya bir kurum olarak da egemen olunca söz konusu çatışma anlamını yitirdi.
Ordunun lider rolünü fiilen uyguladığı, kurucusu ve önde gelen idarecileri subay olan Türk ulus-devleti bu açıdan bir
"Türk millet-i müsellâhası" karakteri arz ediyordu. Önde gelen "sivil" lider ve bürokratların asker kökenli olduğu bir yapıda, ordu devlet inşaı alanında doğal olarak başat rol oynadı.
1950 seçimleri ise pek çok alanda olduğu gibi asker-sivil ilişkilerinde de büyük bir değişimin habercisi oldu. Yeni oluşum her şeyden önce ordunun liderlik ettiği bir "silahlı millet" düşüncesiyle çatışıyordu.
Bu tarihten günümüze ulaşan süreçte ordu gerek kurumsal düzeyde, gerekse de muhafazakâr eylemci orta rütbeli subaylar aracılığıyla siyasete müdahale ederek "silahlı millet"e önderlik, ona yol gösterme rolünü yeniden tesise çalıştı. Bu nedenle 1960 ve 1971'de bazı üyelerinin bir Türk Baasçılığı yaratılmasını da arzuladıkları değişik örgütlenmelerce gerçekleştirilen müdahalelere karşılık, 1961 sonrasıyla 1980 ve 1997'de kurumsal ağırlık koyuş ve silahlı kuvvetler liderliğinin yasal zemine oturtulmasına yönelik girişimler yaşandı.
Son yıllardaki gelişmeler kökleri bir asır öncesine giden bir mücadelenin halen sürdüğünü ortaya koymaktadır. Ancak her iki yaklaşımı savunanların da göremedikleri bir husus, on dokuzuncu asır sonu "silahlı millet" fikrine dayalı bir liderliğin günümüz Türkiyesi'nde bir anakronizm haline gelmiş olduğudur.
Bu tez zikrettiğimiz düşünsel temellerin yanı sıra askerlerin eğitim, bilgi ve modernliği anlama alanlarında diğer toplum unsurlarından üstün oldukları tezine dayanıyordu.
Bir asır öncesine ait bir gerçekliği dile getiren bu tespit günümüzde fazla anlam taşımamaktadır.
Buna rağmen bu alanda gösterilen ısrarcılık bu kavramsallaştırmanın yeni subay kuşaklarına aktarılmasının sürdüğünü kanıtlamaktadır. Askerî eğitimin günümüzde "silahsız millet"in üniformalı vatandaşlarının yetiştirilmesini hedeflemesi bu alanda şüphesiz anlamlı bir başlangıç olacaktır.