Kaiser II. Wilhelm, 1894'te tamamlanan ve "Maymunlar Evi" olarak aşağıladığı Alman Parlâmento binasının üzerine "Dem Deutschen Volke (Alman Halkına)" ibaresinin yazılmasına, kendi gücünün tartışılmazlığını sarsacağı savıyla, karşı çıkmıştı. Uzunca sayılabilecek bir süre sonra, bürokratların baskısıyla 1916'da, savaşta ele geçirilen Fransız silahlarının madenî kısımları eritilerek binanın (Reichstag) kuzey cephesine nakşedilebilen bu ifade, aslında halka yaptığa atfa karşın, temsili bir cemile olarak göstermesi nedeniyle, onu bahşedenin yâni Kaiser'in üstünlüğünü vurguluyordu. Halkın adı ibâreye girmişti. Fakat bu gerçekte ülkenin Prusya Kralı tarafından, militer bir bürokrasiyle beraber yönetildiği gerçeğini değiştirmiyordu. Bu gelişmeye belki de en büyük benzerliği gösteren tarihî süreç Osmanlı Kanun-i Esasîsi'nin yürürlüğe konmasıydı. Bu örnekte de bürokratların baskısı neticesinde bir anayasanın kâğıt üzerinde Osmanlı halkına bahşedilmiş olması, aslında Memâlik- i Şâhâne'nin, Saray ile Bâb-ı Âlî bürokrasisi arasındaki iktidar paylaşımı çerçevesinde idare edildiği gerçeğini değiştirmiyordu.
Geçen haftaki yazımda da dile getirmeye çalıştığım gibi 1876'da kavuştuğumuz anayasal yaşam, daha sonra hep Osmanlı ya da Türk milletine "bahşedilen" anayasalar altında gerçekleşirken, katılımcı siyaset bir kurum olarak hiçbir anayasanın kaleme alınmasında birincil rol oynamadı. Bu alanda gerçekleşen dikkate değer katkılar ise iki örnekle sınırlı kaldı. İlk olarak 1909'da Kanun-i Esasî geniş çapta değiştirilirken siyaset ciddî ölçüde etkili olabilmiş; ama bu mevcut bir metnin tadilâtı ile sınırlı kalmıştı. Yarım asır sonra ise siyasetin bir bölümünü bütünüyle dışlayan 1960 darbecileri, bir kota çerçevesinde bürokratik vesayetin siyasî meşrulaştırıcılığını gerçekleştirmeye hazır parti temsilcilerinin sınırlı katkılar sunmasına izin verdiler. Yapımında siyasetin ve onun aracılığıyla değişik toplumsal katmanların ciddî rol oynamadığı anayasalar ise bunun tabiî bir neticesi olarak aynı zamanda toplumsal sözleşme karakteri taşıması gereken bu metinlerin vatandaş/ birey değil devlet merkezli düzenlemeler olmasına yol açtı.
Temsilî olmayan siyaset, yâni bürokratik yüksek siyasetin, hazırlayarak Osmanlı ya da Türk halkına bahşettiği anayasalar, bu nedenle, devlet merkezli karakterlerinin yanı sıra toplumsal sözleşme ve haklar belgelerinden ziyade idarî teşkilâtlanma düzenlemesi ve bilhassa 1982 anayasası göz önüne alınırsa ilkokul yurtdaşlık bilgisi ders kitapları düzeyinde sosyalleştirme yapan metinler olma hususiyetlerini taşırlar. 1961 Anayasası hazırlanırken en uzun tartışmanın metne devletin "millî" ya da "milliyetçi" olduğu ifadesinin konulması üzerine yapılması tesadüf eseri değildir. Devlet Başkanı Cemal Gürsel de Anadolu'da bir köylüye kimliği sorulsa "Ben Türküm" değil "Elhamdülillah Müslümanım" cevabının alınacağını, dolayısıyla millî bilinç oluşana değin anayasada devletin "milliyetçi" niteliğinin vurgulanmasının uygun olacağını, bu değişim gerçekleştikten sonra söz konusu ifadenin çıkarılabileceğini ileri sürerek, aslında anayasayı bir sosyalleştirme aracı olarak gördüğünü ortaya koymuştu. Her türlü özgürlüğü sınırlamak için kaleme alınan, gerçekte bir anti-anayasa ve bürokratik vesayet belgesi olan 1982 Anayasası ise bu yaklaşımı bir adım daha ileri götürerek âdeta vatandaşları sosyalleştirme, bürokratik vesayet ideolojisi etrafında birleştirme vazifesini üstlenmişti.
Bugün siyasetin önünde devlet değil birey/ vatandaş temelli, sorumluluk, görev ve sınırlamalar yerine haklara vurgu yapan ve vatandaşları sosyalleştirilecek ilkokul çocukları değil açık bir toplumun özgür fertleri olarak gören bir anayasa yapma fırsatı vardır. Bu 1876 ve 1924 Yüksek Siyaset yapıcılarının gündeminde olmayan bir konuydu. Siyaset 1909'da bu alanda iyi bir başlangıç yapmış, ancak II. Meşrutiyet Dönemi'nin tek parti diktatörlüğü öncesindeki zaman diliminde bunu devam ettirmek yerine Kanun-i Esasî'nin 7 ve 35. maddeleri gibi iktidarın yetkilerini, yasama ve yürütmenin karşılıklı konumlarını düzenleyen maddeler üzerine kavga etmeyi tercih etmişti. 1945 sonrası çok partili yaşamımızda da siyaset anayasalara ve onlar üzerinde yapılacak değişikliklere aynı çerçevede yaklaşmış, bu konuda ilkesel bir tavır almak yerine kısa vâdeli iktidar hesaplarını ön plâna çıkartmıştır. Toplumumuzun yaklaşık otuz yıldır bir anti-anayasaya mahkûm edilmesine şüphesiz güçlü bürokratik vesâyet kadar bu tür bir metinden istifade etmeye çalışan iktidarlar da neden olmuşlardır. Eğer siyaset bu konuda uzun vâdeli ilkesel bir tavır geliştirebilseydi, toplumumuz herhalde kendisine dayatılan hak sınırlayıcı yurttaşlık bilgisi metninden uzun süre önce kurtulmuş olurdu.
Toplumumuz siyasetin öncülüğü ve aracılığıyla toplumsal sözleşme karakterli, hakları vurgulayan bir anayasanın açık toplum ilkeleri çerçevesinde üretilmesini sağlayacak demokratik tecrübeye ve entelektüel birikime fazlasıyla sahiptir. Günümüze kadar Osmanlı ekâbir memurini ve sultan, halka rağmen halkçılık programı uygulayıcısı tek parti bürokrasisi, "devrim yapıcıları" ve nihayet "milletin çağrısıyla harekât" gerçekleştirenler tarafından bahşedilmiş devlet merkezli metinler yerine böylesi bir anayasa oluşturulması toplumun öncelikli gündemini oluşturmalıdır. Bu gündem 1909 ve 1945 sonrasında olduğu gibi sığ tartışma ve kavgalara kurban edilmemelidir.
Ünlü mimar Norman Foster tarafından yapılan düzenlemesi sonrasında 1999'da yeniden Federal Alman Parlâmentosu'nun toplanma mekânı haline gelen yeni binanın en ilginç özelliği ona eklenen cam kubbedir. Buraya çıkan vatandaşlar parlâmentonun içine bakabilmekte, bu ise halkın siyaset yapıcılarını kontrol etmelerinin gerekliliğini sembolize etmektedir. Üzerine zorlamayla "Alman Halkına" yazısı konulabilen bir binanın ve ev sahipliği yaptığı kurumun yaklaşık bir asırda geçirdiği değişim gerçekten ibret vericidir. Benzeri bir değişimi 1876'dan beri kendisine anayasalar bahşedilen toplumumuzun yaşama zamanı ise çoktan geçmiştir.