Genellikle eşanlamlı olarak kullandığımız "Hukukun üstünlüğü (hâkimiyeti)" ve "Kanun Devleti" kavramları arasındaki yaklaşım ve tarihî gelişim farklılıkları zannedildiğinden fazladır. Hukuk sistemimizi Avrupa'dan ithal yöntemiyle oluşturmamız nedeniyle "Batı hukuku" sınıflaması altında kavramsallaştırdığımız bu yaklaşımlar gerçekte ciddî ideolojik tercihleri içerirler.
Anavatanı İngiltere olan "Hukukun üstünlüğü (rule of law)," güçlü orta sınıfların kontrolüne geçen temsil kurumları denetiminde şekillenmiş birey merkezli, onun özgürlüklerini temel alan liberal bir hukuk ideolojisidir. Buna karşın kara Avrupası'nda bilhassa Alman prensliklerinde aristokratik bürokrasiler ile liberallerin çatışması sonrasında ortaya çıkan "Kanun Devleti"(Rechtsstaat) fikri, özellikle başarısız 1848-49 Paulskirche anayasa girişimi sonrasında, liberal karakterinden arındırılarak sonunda Bismarck döneminde aldığı anlamı taşıyan bir ideoloji haline gelmiştir.
Dolayısıyla, liberalleri yenilgiye uğratan bürokratların zihniyetini yansıtan "Şeklî Kanun Devleti," devletin kanuna uymasını, uyulacak kanunların ise sarih, anlaşılır ve uygulanabilir olmalarının gerekliliğini vurgulamakla yetinir. Bu anlamıyla "Kanun Devleti," kendini hukukun kanunlar ötesindeki ana ilkeleri, felsefesi ve bireyin temel haklarıyla ilişkili görmez. "Kanun, kanundur; herkes ona uymakla yükümlüdür" benzeri pozitivist klişeler ötesinde felsefî temeli olmayan, bireyi değil devleti öne çıkaran bu hukuk ideolojisi sadece Weimar rejiminin sona ermesine kadar Almanya'da geçerliliğini korumakla kalmamış, aynı zamanda kıta Avrupası'nda da etkin olmuştur.
Değişen sultanların yerine değişmeyen kanunlar getirme amacıyla Tanzimat'ı başlatan Osmanlı bürokratları da ideolojik düzeyde bu tür bir "kanun devleti" ni idealleştirmişlerdir. Pek tabiî bunun bir zihniyet benimsemesi olduğunun belirtilmesi gerekir. Yoksa Tanzimat ricâlinin Bahr, Gneist ve "Kanun Devleti" fikrinin diğer kuramcılarının eserlerini okuduğu, bu konuda ortaya atılan tezleri derinlemesine tartıştıklarını söylemek mümkün değildir.
Bir kısmı kıta Avrupası kanunlardan tercüme edilerek oluşturulan, yeni kanunlar yığını da birey özgürlükleri temelli bir hukuk felsefesini yansıtmaktan ziyade bürokrasiye hem iktidarını ülkenin tamamına yayma, hem de sarayın etkisini sınırlandırma imkânı sunmuştur. Nitekim Şûra-yı Devlet aracılığıyla gerçekleştirilen Osmanlı idarî denetimi, idarenin karar ve icraatlarının kanunun ruhuna, felsefî temellerine, hukukun yüksek ilkelerine uygunluğunu değil, kanun metnine mutabakatını göz önüne almıştır.
Genellikle varsayıldığının aksine, devlet ve vatandaşların mevcut kanunlara uymakla yükümlü olduğu, bunun denetiminin pozitivist yorumlar çerçevesinde ve metne uygunluk düzeyinde yapıldığı "kanun devleti," aynı zamanda "demokrasi" ve gerçek anlamda "hukukun üstünlüğü"ne dayalı bir yapı olmak zorunda değildir. Meselâ Varlık Vergisi benzeri yasaların yürürlüğe konduğu Millî Şef dönemi Türkiyesi "kanun devleti"ne verilebilecek güzel bir örnek olmakla birlikte "hukukun üstünlüğü" ve "demokrasi" nin uzağından bile geçmediği bir yapıydı. Nitekim 1946'dan itibaren değiştirilmeye başlanılan Matbuat, Cemiyetler, Polis Vazife ve Salâhiyetleri Kanunları benzeri yasalar sadece "antidemokratik" karakter taşımıyorlar, bizzat Anayasa'da dile getirilen özgürlükleri de ihlâl ediyorlardı. İstiklâl Mahkemeleri Kanunu dahi, uzun yıllar kullanılmamakla birlikte,1949'a kadar yürürlükte kalmıştı.
Bu alanda işaret edilmesi gereken ilginç bir husus bu tür "kanun devleti" temelli hukuk yaklaşımının vesayet rejimleri tarafından idealleştirilmesidir. Nitekim, Endonezya'da 1958-1965 arasında yürürlükte olan vesayet rejiminin liderleri bu kavramı Felemenkçeden tercüme ederek (negara hukum), ülkenin hukuk sisteminin merkezine yerleştirmişlerdi.
Türk vesayetçiliğinin bu alanda ilginç bir bağdaştırma çabası içine girdiği söylenebilir. Bir yandan ideolojik düzeyde "kanun devleti" ideolojisine bağlı kalan, bireyin özgürlükleri temelli "hukukun üstünlüğü" yaklaşımının toplumsal denetimlerini kısıtlayabileceğini varsayan vesayetçiler, öte yandan da 1961'de yeni kurulan anayasa mahkemesi ile mevcut idarî denetim kurumlarına uygulama ve kanunların, anayasa ve onunla dile getirilen ideallerle kanunların ruhuna uygunluğunu denetleme yetkisini vermişlerdir.
Bu kâğıt üzerinde yeni bir hukuk anlayışının içselleştirilmesi, bireyin ve özgürlüklerinin ön plâna alınması gibi görülse de uygulamada durum farklı olmuştur. Türkiye'deki denetim, bireysel özgürlükleri güçlendireceği yerde, Profesör Savitskii'nin Sovyetler Birliği için teklif ettiği, kanun denetimi de yapacak "sosyalist anayasa konseyi"nden beklenilene benzer bir karakter kazanmıştır. Savitskii 1987'de Sovyetler Birliği'nde bir anayasa konseyini de içerecek "sosyalist kanun devleti"ne geçilmesi tezini ortaya atmış, ertesi yıl toplanan 19. Parti Kongresi bu fikri kısmen benimsemiş, ancak daha sonra Gorbaçev tüm çabalarına karşın bunu hayata geçirecek vakti bulamamıştı.
Bilhassa 1982 Anayasası'nın devleti öne çıkaran, "Atatürk ilkeleri" "Atatürk milliyetçiliği" gibi farklı biçimlerde yorumlanmaları mümkün muğlâk ideolojik vurgular yapan hükümleri nedeniyle, söz konusu denetim "hukukun üstünlüğü" çerçevesinde vatandaşın hürriyetlerini genişletmek, haklara vurgu yapmak yerine, devletin sınırlamalarını hukukileştirmeye başlamıştır. Bu alanda hukuk felsefesi temelli değil, Savitskii'nin düşündüğüne benzer ideolojik denetim yapılması ise bazen "kanun devleti"nden bile sorunlu olabilen bir jüristokrasiye geçiş eğilimini ortaya çıkartmıştır.
Jüristokrasiye geçiş eğiliminin, tüm dünyada pek çok alanda temsil kurumlarına ait yetkilerin ulusal ve uluslarüstü yüksek mahkemelere devredildiği, hukukun siyasetin alanını gittikçe daralttığı bir dönemde gerçekleşmesi şüphesiz sorunu daha çetrefil hale getirmektedir. 1995- 2006 arasında İsrail Anayasa Mahkemesi'nin başkanlığını yapan Aharon Barak "Hiçbir şeyin hukuk denetimi dışında kalama"yacağını, "dünyanın hukukla dolu" olduğunu ve "her şeyin hukuksallığının denetlenebileceğini" söyleyerek bu değişimin kapsamını dile getirmeye çalışmıştı. Böylesi bir dünyada ideoloji savunucusu bir jüristokrasinin "Türkiye'nin kendine mahsus özellikleri nedeniyle" yararlı görülmesinin toplumumuzun demokratikleşmesine ciddî anlamda sekte vuracağı unutulmamalıdır.