Sevgili okuyucular, yarın 12 Eylül Darbesi'nin otuz birinci yıldönümü... Bu meş'um günü Türkiye'de demokrasiye önem veren herkes adına lânetliyorum. Bu Pazar sohbetinde sizlere 12 Eylül hatıralarımdan bahsedeceğim.
Bizi armut gibi topladılar
Efendim, 11 Eylül 1980 Perşembe günü, Başbakanlıktaki Müsteşar Yardımcılığı makamımda oturuyordum. Müsteşar, ünlü sandalyesiz bakan rahmetli Turgut Özal idi. Başbakan ise tabiî ki gene Süleyman Demirel...
Saat 10:00 sularında içeriye asteğmen üniformasıyla bizim Hüseyin Erdem girdi. 'Abi, bütün izinlerimiz kaldırıldı. Ben, annem ağır hasta diyerek komutandan zor izin alabildim. Bunlar gene darbe yapıyorlar. Yarın, sabah erkenden darbe olacak' dedi.
Ben, hemen Müsteşarımız rahmetli Özal'a giderek durumu anlattım. Her zamanki gibi uçsuz bucaksız ekonomi göstergelerini masasına yığmış çalışıyordu. Özal, konuyu ciddiye aldı ve bana, 'Hemen git, Başbakan'a bildir. Gerekli tedbiri alalım.' dedi. Başbakan Demirel'in odasına girerken kalabalık bir AP heyetiyle çıktığını gördüm. 'Sayın Başbakanım, size çok önemli bir konuyu arz etmem lazım' dedim. Demirel, biraz düşünerek 'Ekrem'e git (Ceyhun), O seni dinlesin; yapılacak işlemi kararlaştırırız' dedi. Devlet Bakanı Ekrem Ceyhun, Demirel'in sağ koluydu. Anlattıklarımı dinledikten sonra kendilerinin de bu minvalde ihbarlar aldıklarını, fakat Genelkurmay'a durumu sorunca, anarşistler için, gece bütün Ankara'nın aranacağını, bu yüzden zırhlı birliklerin Ankara'ya sevk edildiğini belirttiklerini söyledi.
O gece Başbakanlıktan geç ayrıldım. Başta benim ve Turgut Beyinki olmak üzere tek tek odalara girip Başbakan ve Devlet Bakanlarının odalarındaki evrakı ve notları kaldırdım ve eve götürdüm.
Ertesi sabah erkenden uyandırılacağımı biliyordum. Nitekim saat 08:00'de bir hava bir de kara albayı gelerek 'ihtilâl'(!) olduğunu ve diğer bir denizci albayla beraber kendilerinin Başbakanlıkta görevlendirildiklerini söylediler. Başbakanlığa geldiğimizde hayatımda beni en fazla üzen manzarayı gördüm. Bir tankın namlusu Bakanlar Kurulu Salonu'na çevrilmişti; koridorlarda memurların yerine askerler kocaman postallarıyla koşuşturuyorlardı. Doğru Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal'ın odasına gittim. O sırada diğer Müsteşar Yardımcısı, eski Devlet Bakanı Kâzım Oksay'ı da derdest edip getirmişlerdi. Bize, 'haydi, devleti çalıştırın bakalım!' dediler. Ben de ilk aklıma gelen iki şeyi söyledim. Birincisi 'Başbakanlık Basımevi işçilerini toparlayalım, Resmi Gazete'yi çıkaralım. Çünkü Cumhuriyet'in başından beri hiç aksamadı' dedim. 'Bir de Milli Güvenlik Konseyi'ne (Darbe Konseyi) âcilen bildiriniz de gene Cumhuriyet Kanunlarının numaralarını değiştirmesinler. Zaten 27 Mayıs'ta numaralar değiştirilmiş ve bu hukukçuların çok aleyhine olmuştu...'
Atın o herifleri içeri!..
Efendim, 12 Eylül Darbesi bir Cuma günü yapıldı. Sokağa çıkma yasağı çok katı şekilde uygulandığı için milyonlarca kişi Cuma Namazı'nı kılamadı ve camilerin kapısına kilit vurulmuş oldu. Hoş, büyük müfessir Evren Paşa buna mutlaka bir fetvâ uydurmuştur.
Cuma günü öğleden sonra beni Genelkurmay'dan çağırdılar. Meğer Turgut bey, 'Hasan olmadan işleri yürütemezsiniz' demiş. Hiç unutmam, bir Tuğgeneralin odasına götürüldüm. Odada benden başka Maliye Müsteşarı Ertuğrul Kumcuoğlu, Merkez Bankası Başkanı gibi üst seviyede uzmanlar vardı.
Tuğgeneral Zâti Ergül Paşa -hâlâ hayatta mıdır bilmiyorum- çok heyecanlıydı. Müracaat mercii bulunmadığı için herkes onu arıyordu. O ise Milli Güvenlik Konseyi'nin Genel Sekreter Yardımcılığı ile görevlendirilmişti. Taşradan gelen çok sayıda telefon sorularına karşı Zâti Paşa adeta aslanlar gibi kükreyerek 'Atın o herifleri içeriye!' diye bağırıyordu. Bizim Ertuğrul'da şafak atmıştı. Kulağıma 'Aman kızdırmayalım, bizi de atarlar içeriye' dediğini hatırlıyorum.
Sohbetin ortasında 'Paşam!' dedim; 'Anayasa yürürlükten kaldırılmadı mı? O halde Anayasa Mahkemesi'nin de kapatılması gerekir.' Tonton Zâti Paşa bu teklifimi çok ciddiye aldı ve toplantı halindeki Milli Güvenlik Konseyi'ne bildirmek üzere dışarı çıktı. Bir müddet sonra döndüğünde sevinçle 'Arkadaşlar, Anayasa Mahkemesi kaldırılmıştır!' diye bağırdı. Bunun üzerine benim mûzipliğim tuttu
ve 'bütün -tay'ları kaldıralım Paşam' dedim. Danıştay, Yargıtay, hatta Sayıştay... Paşa bu defa da aferin almak için koşarak Milli Güvenlik Konseyi'ne gitti. Meğer darbecilerin baş adamı Turhan Feyzioğlu o sırada toplantıya girmiş ve Zâti Paşamızın teklifini duyunca tüyleri diken diken olmuş. Biraz sonra Zâti Paşa odaya döndüğünde yüzü mosmordu. 'Hepiniz ayağa kalkın!' dedi. 'Şimdi, ben size bir kâğıt vereceğim; kâğıdın üzerinde -o meseleyi kimseye söylemeyeceğim- diye yazıp imzalayacaksınız.' Ben itirâz ettim. 'Hiç, o ağacın altında der gibi, o meseleyi diyebilir miyiz?' Zâti Paşa; 'Sen sus, zaten senin yüzünden bunlar başıma geldi' dedi.
Kim bilir, belki imzaladığımız kâğıtlar hâlen Genelkurmay'ın Kozmik Oda'sında okunmayı bekliyordur.
'Süleyman Bey'e çok gidiyorsun!'
Efendim, o dönemde ben bir taraftan cuntacıların devleti tahrip etmesini engellemeye çalışırken, diğer taraftan da bürokraside darbecilere karşı önemli bir bürokratik direniş organize etmiştim. Bunu fark eden 12 Eylül Yönetimi önce Başbakanlık Müsteşarlığına vekâletimi iptal ederek bu göreve Necdet Calp'i getirdi. Beş ay sonra da Başbakan Bülent Ulusu beni çağırarak Müsteşar Yardımcılığından alındığımı ve Ticaret Bakanlığı Müşavirliğine getirildiğimi tebliğ etti ve sebebini üzüntüyle şöyle izâh etti: 'Süleyman Bey'in ziyaretine çok gidiyormuşsunuz, ondan.'
Ben o yıllarda Demirel'i gerçekten 'demokrat' sanma hamâkatında bulunmuştum. Meğer adam bir numaralı egosantrik demagogmuş...
***
İşte böyle sevgili okuyucularım. 12 Eylül'e dair hatırladıklarımdan az bir kısmını nakletmeye çalıştım. Allah bizi bir daha darbecilerin eline bırakmasın.