Bedeni sarmış özgürlük coşkusu...
Bildiğini okumanın verdiği ferahlık... Sınırları çizilmemiş bir enerji...
Her daim kalpte çınlayan umut...
Ve kendine güven, şartlar ne olursa olsun hayata güven...
İşte bu esaslı ve temel duyguları, büyüdükçe kaybediveriyor insan. Peş peşe yaşanan hayal kırıklıklarından mı dersin, mağlubiyet hanenin kalabalığından mı? Gidenlerden mi, kendi gidişlerinden mi? Yoksa hepsi mi? 40'lı yaşlara dayanınca deliler gibi geri istiyorsun o korkusuz, atak ve heyecanlı halini.
Çevremdeki insanlarla konuştukça hep aynı serzenişleri duyar oldum: 'Beni heyecanlandıran bi'şey yok', 'Yine olmazsa...', 'Keyfim yok', 'Bir yerlere gidiyorum ama tat almıyorum', 'Aşk mı? O zaten yok'...
Şeyma Subaşı'nın Ayşe Arman'a verdiği röportajı okurken, 35 yaş üstü kadınların onu sevmediği genellemesinden bahsediyorlardı. Bunun üzerine düşündüm. Eh tabii, şu yazının başında yazdığım tüm haller toplanmış Şeyma'da.
Bunun adı Şeyma'yı sevmemek değil, hayata ve ihtimallere aşık ruh halini ne zaman kaybettiğini bilememenin verdiği kendine öfke olmasın sakın?
Hemen itiraz etmeyin, düşünün; bence çok mümkün. Evin, kocan, çocuğun, iyi bir maaşın, hatta şöhretin bile olabilir. Ama o sınırsız heyecanın, enerjin, seni yataktan zıplatan hayat coşkun ve nefes almak kadar önemli neşen yoksa, sahip olduklarının anlamı kalmaz ki. Yaşamın seni tatmin etmez ki...