Şu kara bulutları kovalamaya çabaladığımız günlerde 'Zümrüd-ü Anka' müzikali bana öyle iyi geldi ki... O efsanevi kuşun kanadına ilişip nasıl yüce bir millet olduğumuzu, nasıl güçlü medeniyetler inşa ettiğimizi, ne badireler atlatıp nasıl defalarca küllerimizden doğduğumuzu hatırlamak; bana müthiş bir güç, enerji ve moral verdi. Cuma akşamı Haliç Kongre Merkezi'nden eve, tıpkı Zümrüd-ü Anka'yı arayan kuşlar gibi kanat çırparak döndüm.
Kaf Dağı'nın ardındaki efsanevi Simurg'un aslında 'biz' olduğunu anlatıyordu müzikal. Türklerin, Anadolu'yu mekan eyleyip onlarca medeniyete can verirken gücünü sadece ve sadece 'kendinden' aldığını, destansı ama bir o kadar da 'belgesel' gerçekliğinde sunuyordu.
Öyle çoktuk ki o destanın içinde... Mevlana'dan Yunus'a, Fatih'ten Atatürk'e, Magosa'dan Çanakkale'ye, Zikir'den Semah'a, Aşık Veysel'den Neşet Ertaş'a; koroyla, türküyle, cazla, kısaca ruhlara dokunan müziğin her notasıyla öyle görkemli bir destan çıktı ki ortaya, yeniden küllerimizden doğmak için sadece 'biz' olmanın yeteceğine inandık bir kez daha...
Bu güzellik için kime teşekkür edeceğimi bilemedim. Himaye eden Cumhurbaşkanlığı'na mı, yapımı üstlenen TRT'ye mi, desteğini esirgemeyen Kültür Bakanlığı'na mı, şef Musa Göçmen'e mi, proje başkanı Amber Türkmen'e mi?..
Yoksa Türk olmanın, Türkiye'de yaşamanın nasıl bir erdem ve ayrıcalık olduğunu tüm dünyaya anlatmak için bu müthiş projeyi hayata geçiren 400 kişinin hepsine tek tek mi? Tabii ki kreatif ve teknik açıdan bazı eksikler de vardı. Özellikle sahneye koyma konusundaki tereddütler, keşke daha büyük bir cesaretle ortadan kaldırılabilseydi. Ama o kadar kusur, kadı kızında da olur. Eğer 'bizden' ya da 'kendinizden' bir an bile şüpheye düşecek olursanız, yüreğinize bir saniyeliğine bile geleceğimiz adına minicik bir karamsarlık düşecek olursa, bu müzikali izleyin.
Görecek ve inanacaksınız; bu kadar 'çok' olan bir şey, asla 'yok' olmaz...