Yine ellerimin klavyeye gitmediği bir gün... Ne yazacağım, nasıl yazacağım? Ben TV yazarıyım; TV eleştirileri yazmalıyım ama gündem izin vermiyor ki... Ülkemin dudağının kenarından kan sızarken, ben kızılcık şerbeti tarifi veremem ki...
Televizyona bakıyorum... Sizin gibi ben de aynı şeyi görüyorum: Dehşet, vahşet, kan, gözyaşı, feryat ve en önemlisi korku ve kaygı var. Televizyondan odama dolanlara sırtımı dönüp burnumu tıkayıp nasıl 'dizi' yazayım ki? Bugün bu sütunlarda televizyon eleştirisi yapmayı; kendime, vatanıma ve dahası bana İletişim Fakültesi'nde gazeteciliği öğreten hocalarıma ihanet sayıyorum.
O nedenle bugün klavyenin başında sadece 'vatandaş' Yüksel Aytuğ ve onun yüreğinden taşanlar var...
NEREDESİNİZ?
Patlamanın dehşet verici sonuçları ekrana düşer düşmez ne bekledim biliyor musunuz? Parti liderleri Ankara'da buluşup hep birlikte, el ele kamera karşısına geçecek ve diyecekler ki, 'Seçimden hangi sonuç çıkarsa çıksın, bizler yeni oluşturulacak hükümete ortak katkı vermeye, bir milli mutabakat kabinesi oluşturmaya, Meclis'te teröre karşı tek vücut olmaya söz veriyoruz. Gün siyaset değil, vatan savunması için aynı sipere girme günüdür!' Ama nerdeeee? Başbakan Ahmet Davutoğlu ve CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu dışındakiler, daha meydana saçılmış ceset parçalarından kan sızarken, acıdan oy damıtmanın peşine düştüler. HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'ın patlama sonrasında söylediklerini tarih elbette not edecektir. Daha kurbanların vücudu soğumamışken bu kadar sorumsuz, bu kadar tehlikeli, bu denli kışkırtıcı bir söyleme girişmenin sonuçlarını öngöremeyecek kadar şuurunu yitirmiş olabilir mi bir lider?
Ya MHP Lideri Devlet Bahçeli'ye ne demeli? Başbakan'ın görüşme talebini geri çevirmesinin ardındaki mantığı ben anlamadım, siz anlayabildiniz mi? Ülkenin başına gelen bunca felaketin, 'konuşmamak, dinlememek, uzatılan eli havada bırakmak, uzlaşmamak, hoş görmemek, affetmemek' olduğunu artık sokaktaki çocuk biliyor. Böyle bir felaketin orta yerinde 'görüşmeyi' reddetmek de ne oluyor?
Yoksa ünlü çizgi roman kahramanı 'Mister No'nun telif haklarının mı peşindesiniz?
O akşam ekrandaki sözde tartışma programlarındaki sözde siyasetçi, bürokrat ve uzmanların konuşmalarından ürperdim. Taziye cümlelerinden önce suçlamalar geliyordu. 'Gelin hep birlikte bu olayın faillerinin ve uzantılarının peşine düşelim. Kimin ne bildiği varsa döksün ortaya. Hep birlikte bu terörün üstesinden gelelim' diyen birini aradım umutsuzca. Peki onlar ne konuşuyordu? Bu olayın seçimlerde hangi partinin işine yarayacağını, hangisine oy kaybettireceğini... Bir ülkenin insanını 'siyasetten soğutmanın' bundan daha etkili bir yöntemi olabilir mi acaba?
FRENİMİZ TUTMUYOR
Ve olayın ilk dakikalarında ekranlara, internet sitelerine düşen kanlı görüntüler... Ne yazık ki, yazılan onca eleştiri yazısına, dünyadan verilen bunca örneğe rağmen, reyting ve tiraj kaygısı bir kez daha etik kuralların üzerine çıkmıştı. Bazıları, kanlı görüntüleri sözüm ona izlenilir kılmak için 'buzlama' yöntemine başvurmuştu. Ama bunca vahşeti örtmeye kutupların buzulları bile yetmezdi. 'Yahu bu görüntüleri çocuklar da izlemez mi? Kahramanmaraş'tan kızını Ankara'ya gönderen anne; evladını o halde görünce ne hisseder?' diye Allah'ın kulu düşünmez mi? Düşünmedi. Yılların gazetecisi, katıldığı programda meydan izlenimlerini kasap vitrini gezer gibi anlatır mı? Anlattı. Durum böyle olunca bir kez daha 'yasak yasası' işledi. RTÜK aracılığıyla geçici yayın yasağı getirildi. Bir kez daha bizler vicdanımızın trafik ışıklarına uymadığımız için, polis düdük çalmak zorunda kaldı.
Yasak gelmeseydi, çoluk çocuk hâlâ meydandaki parçalanmış bedenleri, kurban yakınlarını kahreden o patlama anının yüzlerce kez yayınlanan tekrarını izliyor olacaktık.
Siyasetçi, gazeteci, vatandaş... Teröre karşı 'tek vücut' olamazsak 'parçalanacağız'.
Hem haritamızla, hem bedenimizle...