Perşembe akşamı evimde akşam yemeği yerken bir yandan da ana haber bültenleri arasında dolaşıyorum. Show Haber, Tokat'ta şehit düşen aslan gibi delikanlı Cengiz'in hazin öyküsünü veriyor. Amatör kamera ile çekilmiş askere gidiş görüntüleri kare kare ekrana düşüyor. Cengiz'in üzerinde Atatürk portresi bulunan bir beyaz tişört. Davul, zurna ile horona annesinin gurur ve hüzne bulanmış hıçkırıkları karışıyor. "Ben Atatürk'ün askeriyim" diyor dağ gibi Cengiz... Ve üç ay sonra al bayrağa sarılı tabutunu karşılıyor yakınları... Yediği içtiği ayrı gitmeyen arkadaşı konuşuyor: "Biz ekmeğin aynı yerini ısırırdık. Önce o ısırırdı, aynı yerden ben yerdim..." Son cümle delikanlının boğazında düğümlenirken, tabağımdaki mercimek çorbası iki damla gözyaşı ile sulanıyor. Birkaç gündür yutamadığım o boğazımdaki yumru ile kalkıyorum masadan... Ertesi gün sevgili meslektaşım Bekir Hazar'ın Yeni Şafak'taki köşesini okuyorum. Show Ana Haber'i sunan Korcan Karar'ın şehit haberlerini sunarken ağlamamak için verdiği olağanüstü çabayı anlatıyor. Karar, rejiye sıkı sıkı tembih etmiş. Demiş ki, "Stüdyoya haber bantlarının sesini sakın vermeyin, ben duymayayım..." Çünkü dayanamayıp, ağlayacağını biliyormuş... Analardan, bacılardan geçtim... Ateşin düştüğü o ocakların uzağında koca koca adamlar olarak ağlıyoruz. Televizyonun sesini kısmak mümkün... Peki ya yüreğimizin çığlığını ne yapacağız?..