Uzun süredir, Türkiye, dört tarafı yangın yerine döndüğü halde demokratik işleyişini muhafaza edebilen, istikrarını koruyan bir ülke olarak tanımlanıyor. Bu satırlarda sıklıkla bu önemli unsur dile getirildi, ABD ve Avrupa basınının bazı gruplarının tüm çabasına rağmen, Türkiye'nin güney sınırlarındaki savaşa karşı temkinli ancak kararlı bir duruş sergilediği vurgulandı. Toplumun çeşitli kesimlerinden büyük destek bulan çözüm süreci, ülkede 1983-84'teki PKK ayaklanması sonrası huzurlu bir ortamın nasıl olabileceğini göstermişti. Bunu kazanılmış bir zafer, Kürt devletine doğru ilk adımlar olarak yorumlamak isteyen çevreler dışında, demokratik bir çerçevede, kültürel özgürlüklerin çok geniş olduğu bir ortamda, birlikte yaşama ve barış, istikrar üretme hedefi, Kürt radikal unsurlarının ve çevredeki antidemokratik rejimlerin hiçbir zaman hoşuna gitmedi.
Adım adım, Suriye'de gerçek yüzü uzun zamandır ortaya çıkmış olan Esad rejiminin desteği ile "demokratik" ve "kantonal" bir idare kurduğunu zanneden PYD/PKK, IŞİD ile savaşarak Batı dünyasında görüntüsünü de düzelttiğini, artık önemli bir uluslararası güce sahip olduğunu düşündü. Giderek Kandil, bölgede "baraj" yapılmasının, yol yapımının "Kürt hareketine karşı askeri önlem" olarak görülmesi gerektiği gibi, hiçbir açıklaması olamayacak bir saçmalığı gündeme getirmeye başladı.
Asıl sorun, 7 Haziran seçimlerinde yaşandı, HDP'nin hayatında görmediği bir oy alarak mecliste geniş bir sandalye sayısına ulaşması, PKK tarafından "Ak Parti döneminin sonu" olarak algılandı. HDP'nin PKK üslubundan ve etkisinden sıyrılamadığı önceden açıkça belirginleşmişti. Seçim kampanyalarında da işin bu yönü AK Parti tarafından vurgulandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, aylardır PKK'nın bu tehlikeli tavrına ve HDP'nin aymazlığına dikkat çekmişti. Bu tür uyarılar yeterince dikkate alınmadı. PKK, Suriye'de IŞİD'e karşı, ABD'nin başını çektiği koalisyonun hava desteğiyle mevzi kazanan PYD'nin de saygın bir yere geldiği düşünerek, Türkiye'de "ateşkes" olarak nitelediği süreci bitirdiğini açıkladı.
Bununla da yetinmedi, Suruç'da IŞİD tarafından organize edildiği kesinleşen intihar saldırısının, Türkiye tarafından düzenlendiğini iddia ederek, iki genç polis memurunu evlerinde infaz etti. Bunu da "Suruç'un intikamı" olarak resmen üstlendi. Bu cinayetten sonra bir trafik polisi pusuya düşürüldü, Garnizon Komutanı bir üstsubay ailesinin yanında suikasta kurban gitti.
Bu gelişmelere tepki olarak TSK, Kandil hedeflerine çok sayıda hava saldırısı düzenledi. Bir diğer yandan Türk askerine silah sıkan IŞİD katillerine karşı da ciddi operasyonlar başladı. Türkiye'nin bu askeri operasyonlara girmesi, kendi isteğiyle değil, saldırıya uğrayan her demokrasinin doğal ve haklı tepkisi olarak gerçekleşti. ABD başta olmak üzere, NATO müttefikleri ve diğer müzahir ülkeler, Türkiye'nin IŞİD ve PKK operasyonlarına destek verdi. TSK, bir yandan Kandil'i bombalarken, diğer yandan da Kuzey Irak resmi hükümetinin bilgisi dahilinde bu operasyonları gerçekleştirdiğini duyurdu. Uluslararası düzeyde, PKK kazandığını zannettiği konumundan bir anda tamamen yalnızlaşmasının sarsıntısını yaşıyor. Ancak cinayetlerini sürdüreceği de açıkça ortada.
Bu aşamada, Türkiye'de temel bir saflaşma gerçekleşiyor. Durumu bu hale getiren muhalefet partileri ve halkı sokağa dökmek isteyen PKK taraftarlarının karşısına, dirayetiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan ve TSK çıkmış bulunuyor. Demokratik çerçevede kalarak mücadele etmeyi seçenler ile, cinayeti bir siyaset aracı olarak kullanmak isteyenler arasında bir ayrışma oluşuyor. Kimi destekleyeceği, hangi seçimi yapacağı, herkesin vicdanına kalmış bir durum.