Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, Cumhurbaşkanlığı makamı, rejimin bayrağı olarak önemli bir ağırlık taşıdı. Bir anlamda bu makam, toplumun ve zamanın ötesinde, bir tarihi meşruiyeti simgeledi. Cumhurbaşkanlığı, 1923'ten 1960'a dek, otuz yedi yıl boyunca yürütme makamı olarak varlığını sürdürdü, 27 Mayıs darbesinden sonra ise "sivil" bir meşruiyet yerine "askeri" bir vesayet arandığı için, Cumhurbaşkanı yetkileri daraltıldı, Başbakanlık öne çıkarıldı, iki meclisli bir sistem getirildi, özerk kurumlar ihya edildi. Cumhurbaşkanlığı, 27 Mayıs sonrasında ne kadar "sembolik" bir konuma itildiyse, 12 Eylül darbesiyle de yetkileri güçlendirilmeye çalışıldı, daha geniş bir denetim alanı sağlandı. Böylelikle ne sembolik, ne de yürütme yetkisi olan garip bir makam oluşturuldu, garabetinden ötürü de bu sistem hiçbir biçimde istikrar üretmedi. İstikrar üretmemesi bir yana, 2001'de yaşanan büyük siyasi kriz de, 2007 seçimlerinde yaşanan "üçte iki çoğunluk şartı" da, Türkiye'nin siyasi ve ekonomik istikrarına darbe vuran son derece tehlikeli girişimlere alet oldu.
Cumhurbaşkanlığı makamına tartışılmayacak bir demokratik meşruiyet verilmesi, 2014 doğrudan seçimleriyle gerçekleşti. Bu seçimler, Fransa'daki gibi iki turlu ve halkın doğrudan oyuyla gerçekleşecek bir sistemi örnek alarak, son derece demokratik ve katılımcı bir yapıda düzenlendi. İlk turda Recep Tayyip Erdoğan oyların yüzde elli ikisini alarak seçildi. Charles de Gaulle'ün bile 1964'te ancak ikinci turda seçilebildiği hatırlanırsa, ilk turda oyların salt çoğunluğuyla seçilmenin önemi daha iyi anlaşılır. Hedef, Cumhurbaşkanlığı makamının halkla daimi temas içinde, birleştirici, aynı zamanda da yönlendirici bir rolü üstlenmesiydi. Sistem olarak, anayasal değişiklikler yapılamadığı için işleyişi ayrıntılarıyla belirlenemedi. Uygulamada, Cumhurbaşkanı ile uyumlu çalışan ve mantıklı bir iş bölümünü hayata geçiren bir hükümetin varlığı, şimdilik bu yeni işleyişin sorunsuz çalışmasını sağlıyor. Ancak doğal olarak hedef, hukuki altyapısı oluşturulacak gerçek bir Başkanlık sistemi oluşturmak.
Bugün sorun, Cumhurbaşkanlığı makamının meşruiyeti ya da işleyişinde yatmıyor. Toplumun muhalif kesimlerinde baş gösteren "her olayda Cumhurbaşkanını eleştirme" âdeti. Terbiye sınırlarının artık hayli dışına çıkmış olan bu alışkanlık, yapılan ve yapılmayan her şeyden, doğrudan Cumhurbaşkanını sorumlu tutar hale geldi. Hiç şüphesiz ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, son derece aktif bir başkanlık anlayışıyla hareket ediyor. Ne var ki, karşısında kendisinin yaptığı ve yapacağı hiçbir girişimi kabul etmeyeceğini baştan açıklamış bir kitle var. Korkunç bir cinayete kurban giden genç bir kızın acısı herkesi sarmışken, bazılarının aklına gelen ilk soru "Cumhurbaşkanı ne dedi" oluyor. Örnek bir duygudaşlık ile cinayete kurban giden kızın ailesini arayan, ailecek taziyede bulunan, kamuoyuna bu konuda son derece açık ve kucaklayıcı mesajlar veren Cumhurbaşkanı, gene yaranamıyor ve bu kez de "neden şu kadar saat gecikti" gibi ciddiyetten uzak ithamlara maruz kalıyor. Kimileri dans ederek muhtemelen Kuzey Amerika yerlilerinin unutulmuş yas törenlerini yeniden yaşatmak peşindeyken, Cumhurbaşkanının ve ailesinin örnek tavrı toplumda yaratması gereken etkiyi yaratıyor. Ancak nefes almadan başka bir olgu ortaya atılarak gene Cumhurbaşkanlığı makamı eleştiriliyor.
Bu eleştiriler, esasen makamın işleyişini ve siyasi istikrarı etkilemiyor, çünkü giderek artan bir halk desteği Başkanlık sistemini gündemine almış vaziyette. Ne var ki, makama gösterilmesi demokratik adaba uygun asgari saygı, bundan yoksun olanların da demokrasi anlayışlarının ne olduğuna, nasıl bir rejim istediklerine ışık tutuyor.