Avrupa Birliği ile ilişkiler, uzun zamandır korkulan ve geciktirilmeye çalışılan bir sözlü çatışma düzeyine geldi. Türkiye, 2005'ten bu yana müzakere masasında oturuyor, tartışılması gereken fasılların dokuz yılda yarısı bile masaya gelemedi. Giderek, üyelik müzakereleri, AB'de bir dizi ülkenin (başta Güney Kıbrıs, Yunanistan ve ne hikmetse Avusturya'nın), Türkiye'ye siyasi baskı yapmak için kullandıkları bir enstrüman haline geldi. Sarkozy dönemi Fransa'sı, bir dönem anlaşılmaz biçimde şiddetli Türkiye karşıtı bir siyaset yürüttü, Hollande Cumhurbaşkanı seçilince Fransa bundan vazgeçti. Son olarak, Paralel yapı soruşturmalarında gözaltına alınan medya mensupları hakkında çeşitli AB kurumlarından çok sert, anında ve neredeyse koordineli tepki geldi. Bu anlaşılması güç ve önceden kurgulanmış havası veren tepki, daha önceki soruşturmalar ve davalarda çok daha temkinli ve dikkatli davranan AB yetkililerinin tutumu hatırlandığında, anlaşılması daha zor hale geliyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, son derece sert bir yanıt vererek Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı Federica Mogherini'yi hiç beklemediği bir konuma getirdi. Daha bir hafta önce AB ilişkilerinin düzelmesi için önerilerde bulunan AB yetkilileri, Türkiye konusunda bu denli iç hukuku kapsayan, gündelik olayların akışına göre tavır almayı sürdürürlerse, işlerin Türk kamuoyunda daha da sert tepki bulması kaçınılmaz gibi görünüyor.
Türkiye'de geçtiğimiz ay TNS Piar'ın yaptığı kamuoyu araştırmasında, Türkiye'nin AB üyeliğini genel anlamda nasıl değerlendirdikleri sorulan katılımcıların yüzde 28'i "iyi", yüzde 39'u "kötü" ve yüzde 25'i "ne iyi ne kötü" yanıtını tercih etti. Kalan yüzde 8 soruyu cevaplamadı. AB desteği, daha 6 ay önce Eurobarometre tarafından yapılan incelemede yüzde 38'di.
Türkiye'de kamuoyu ve seçmen yığınları, AB konusunda neden bu denli umarsız? Neden Cumhurbaşkanı başta olmak üzere tüm yetkililer "yetti artık" türünde bir tavır aldı? Bunu anlamak için, fazla araştırma yapmaya gerek yok. AB'nin yıl sonu itibarıyla genişleme sürecine dâhil edilen ülkeler hakkında hazırladığı ve Bakanlar Konseyi'nde geçtiğimiz günlerde kabul edilen raporun içeriğine bakmak yeterli: "AB- Türkiye ilişkilerinin işbu sonuçlar altında değinilen diğer tüm boyutlarıyla birlikte, AB'nin taahhütleri ve yerleşik koşulluluğa riayet eden aktif ve inandırıcı katılım müzakereleri, AB- Türkiye ilişkilerinin ful potansiyelini gerçekleştirmesini sağlayacaktır. Konsey, Batı Balkanlar'ın Avrupa perspektifine yönelik tartışmasız kararlılığını bir defa daha teyit eder."
Basit bir açıklama, Batı Balkan ülkelerinin nihai üyeliği için siyasi irade göstermeye hazırız, Türkiye için böyle bir durum söz konusu değildir anlamına gelen diplomatik cümleler... Çeviri, AB tarafından yapılmış ve anlaşılması zor. Bu çerçevede, Türkiye hakkında yapılan son derece önemli değerlendirmelerin de, daha dikkatli bir Türkçe çeviriye ihtiyaç duyacağı düşünülememiş. Ne var ki, İngilizce ya da Fransızca metne baktığınızda da, başka bir anlam çıkarmak söz konusu değil.
Üyelik müzakereleri, bir ülke üzerinde "ilelebet" siyasi baskı kurma aracı değildir. Üyelik hedefi inandırıcılığını yitirirse, müzakere sürecinin ağırlığı kalmaz. Nitekim bugün itibarıyla kamuoyunda bu sürece inancın en düşük düzeylere inmiş olması, bunun göstergesidir. Kısa vadeli dar görüşlü, kibir dolu bir yaklaşım, Türk halkına AB hedefini daha inandırıcı kılmayacaktır. Bu saptamalardan sonra, Türkiye- AB ilişkileri kesintiye uğrar mı sorusu akıllara geliyor. Bugünkü uluslararası konjonktür, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, NATO, AB, ABD ve Türkiye'yi her zamandan daha fazla birbirine ihtiyaç duyar hale getirmiş bulunuyor. Sırasıyla terör, iç savaş, göçmen sorunu, enerji nakil hatları, Transatlantik serbest ticaret ve yatırım bölgesi, büyüme ve istihdam için derinleştirilmiş işbirliği gibi sorunlar varken, Türkiye ile AB'nin, tüm siyasi üslup sorunlarına rağmen birbirlerinden vazgeçmesi mümkün değildir. Ne var ki, vazgeçilmezlik, eşit ortakların bir araya gelmesiyle güçlenir, AB arkasına gizlenen güçlerin Türkiye'yi tehdit ve tahkir etmeleriyle değil...