Türkiye'nin önemli sorunlarından biri, tartışmasız kadın ve erkek sosyal statüleri arasındaki uçurum. Giderek şeffaflaşan, bilgiye daha çabuk erişen bir toplumda, kadın üzerinde ne kadar büyük baskı olduğu, ne kadar adaletsizce davranıldığı her gün ortaya yeni örnekleriyle çıkıyor. Türkiye kamuoyu bilinçleniyor, kadın, kendisine giderek daha "adil" davranılmasını istiyor, önemli mücadele veriyor.
İşin ilginç tarafı, Cumhuriyet döneminde, önemli haklar verilen kadınların, bu haklardan yeterince istifade etmemiş olması. Yoksa bugünün Türkiye manzarasıyla karşılaşmamış olurduk. Ancak, toplum olarak ciddi bir sakatlıkla malulüz. En temel ve acil sorunlarımızı dahi, ucuz siyaset tartışmasına indirgiyor, adı "tartışma" olan ancak diyalog içermeyen bir anlamsızlığa itiyoruz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, KADEM'in düzenlediği önemli bir uluslararası zirvede kadın ile erkeğin "aynı" olamayacağını vurguladı, kadının toplumda "pozitif ayrımcılık" ile desteklenmesi görüşünü oluşturan ilkelere atıfta bulundu. Konuşmasındaki "eşdeğer" teriminin, bilinçli olarak çarpıtılmasıyla, toplumda, özellikle de kadın kuruluşları arasında fırtına koptu. Osmanlıca söylendiğinde "müsavi" ile "muadil" arasında, yani "eşit" ile "eşdeğer" arasındaki hemen anlaşılan fark, nedense medyanın önemli bölümünce "anlaşılamadı." Konuşmasını, kadının maruz kaldığı ayrımcılığın engellenmesi için, daha etkin, daha "adil" neler yapılabileceği üzerine yoğunlaştıran Cumhurbaşkanı, bir "algı çarpıtma" operasyonuna daha maruz kaldı. Türk siyasi yaşamı artık tümüyle "Erdoğan'ı ne pahasına olursa olsun siyaseten karalama" arayışına indirgenmiş olduğu için, ortamından alınıp çıkartılan bir cümle, dünyaya medya aracılığıyla yayıldı. NY Times'ta bu çarpıtma manşete taşındı. Bir sürü ülkede, "Erdoğan'ın gafları" türünde yorumlar ortaya döküldü. Bir kez daha "Erdoğan'ı karalama" propaganda makinesi çalıştı.
Gerçeklere baktığımızda, Ak Parti iktidarı süresince, toplumda kadının "adilane" bir konum alabilmesi için önemli ve kalıcı adımlar atıldığını görürüz. Aile içi konumu, şiddete maruz kaldığında uygulanacak yasal enstrümanlar, işyerinde tacizin engellenmesi, 2005 ve 2007'deki Anayasa değişiklikleriyle yaratıldı ve güçlendirildi. 2008'de kabul edilen yasayla, aile içi şiddete karşı hayati bir adım atıldı. Kadının sosyal statüsünü yükseltmek için "pozitif ayrımcılık" denebilecek bir sistemin ana hatları oluşturuldu.
Tüm bu girişimler kadının durumunu ne kadar düzeltti? Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın değinmek istediği asıl nokta da buydu. "Adil" yasaların olması, onların "adilane" uygulandığı anlamına gelmiyor. Cumhurbaşkanı'nın konuşmasının en can alıcı yönü buydu, kimsenin dikkatini dahi çekemedi, çünkü ulusal ve uluslararası medyada "Erdoğan kadın / erkek eşitliğine inanmıyor" gürültüsü öyle bir koptu ki, başka şey tartışılamaz oldu. Meselâ bu konuşmanın tam ertesinde, adil yasaların adil yargıya dönüşmemesine çok ciddi bir örnek yaşandı. ABD'de Ferguson kasabasında bir zenciyi öldüren polis aklandı ve bir sosyal patlama yaşandı. ABD silahlı kuvvetleri sokakları tutmak zorunda kaldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın vermek istediği "adalet" mesajı eğer bir kara propaganda fırtınasında boğulmasaydı, başka şeyleri konuşacaktık. Tartışılması gereken "kadının statüsünü yüceltmek için adil uygulama" boyutu, unutulup bir fırsat heba edildi. Türkiye'nin imgesi ve yapılanlar yine acımasız bir propagandanın karanlığıyla örtüldü.
Bu gidiş, hayırlı değil... Zarar gören, Cumhurbaşkanı'nın imgesi değil, Türkiye algısı... "Anti-semitizm insanlık suçudur" demek cesareti gösteren bir lideri, antisemitizmle suçlayabilen uluslararası propaganda, şimdi de onu "kadın/ erkek eşitliğine muhalif" duruma itiyor. Bu yafta, Cumhurbaşkanı'na değil, Türkiye'ye yapıştırılmak isteniyor. Bunu hâlâ bir "iç siyaset" mücadelesi ve demokratik işleyiş olarak göstermek isteyenler, neler yaptıklarının farkına vardığında tüm toplum kaybetmiş olacak.