Suriye'de iç savaştan önce, Türk hükümeti rejimin demokratikleşebilmesi için tüm çabasını ortaya koydu. Babasının ölümünden sonra, 2000 yılında devlet Başkanlığına getirilen Beşar Esed, Baas rejiminden asgari demokrasiye geçmek için bir umut oluşturmuştu. Eğer yeterli adımları atma cesaretini gösterebilseydi, muhtemelen bugün yaşanan inanılmaz felaket önlenebilirdi.
Başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, hükümet ciddi bir risk alarak, Suriye rejiminin Türkiye ile ilişkileri aracılığıyla normalleşmesine ve demokratikleşmesine altın bir fırsat sundu. Arap Uyanışı ile başlayan halk hareketleri, daha ilk günlerindeyken, dönemin Dışişleri Bakanı Prof. Davutoğlu, Şam'da Esed ile altı saat süren bir görüşme yaptı. Sorunun barışçıl düzleme çekilmesi için Esed'den söz aldı.
Ne Esed, ne de diğer Baas yetkilileri Türk hükümetine verdikleri sözleri tutmadılar. Bildikleri yegâne muhalefeti bastırma yöntemi olan şiddet kullanmayı seçtiler. Ahali bir araya gelemesin diye cuma namazına gitmeyi dahi yasakladılar. Bu baskı tam tersi bir sonuç verdi ve Suriye halkı, rejime karşı ayaklandı.
Bu aşamadan itibaren, Türk hükümeti siyasi çizgisini çok açık biçimde ortaya koydu: "Beşar Esed ile Suriye'nin yönetilmesi mümkün değildir." Bu siyasi duruşu, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, bu tarihten itibaren savunarak, içerde ve dışarıda her türlü eleştiriye göğüs germek zorunda kaldı. Hem iç basında, hem uluslararası medyada daimi biçimde "dış siyasette sınıfta kalan" yakıştırması yapılan, neredeyse Suriye'deki durumun sorumlusu gibi gösterilen Erdoğan ve hükümeti, bu saldırı yağmuruna rağmen tutumunu değiştirmedi. Esed sonrasının hazırlanmasını, Esed karşıtı ulusal muhalefetin desteklenmesini her adımda, her fırsatta dönemin Başbakanı Erdoğan ve dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu yüksek sesle dile getirdiler. Bu tavır, çok sert biçimde, çeşitli ulusal ve uluslararası aktörlerce eleştirildi.
Başta ABD olmak üzere, bölgeye müdahale edebilecek hiçbir müttefik ülke, Rusya ve İran'ın açıkça desteklediği Esed'e karşı tavır almadılar. Ancak iki yıl önce, Esed güçleri sivil halka karşı kimyasal silah kullandığında, Fransa ve Türkiye, hava harekâtı için hazırdılar. ABD Başkanı Obama, müdahale emri vermektense Kongre'nin görüşünü almak istediğini söyledi. Rusya devreye girdi, Cenevre konferansları düzenlendi. Hem Esed iktidara tutundu, hem de Özgür Suriye Ordusu tüm başarı şansını yitirdi, yerini IŞİD gibi radikal örgütler aldı.
Geçtiğimiz eylülde başlayan Kobani muhasarası için "asıl mesele Esed rejimidir" değerlendirmesini yapan Cumhurbaşkanı Erdoğan, o dönemde yine çok eleştirildi. Türkiye, Tayyip Erdoğan'ın kişisel inisiyatifiyle, son dört yılda yaklaşık iki milyon Suriye vatandaşına kapılarını açtı, hayatlarını kurtardı. Bu sürede Tayyip Erdoğan devamlı olarak "Esed gitmezse çözüm olmaz" tezini savundu. Çoğu zaman da neredeyse tek başına savundu. Şimdi ABD yönetimi, Esed'in devrilmesini sağlayacak, Rusya ve İran'ı göğüsleyecek bir strateji oluşturuyor. Bu noktaya gelene dek, Suriye neredeyse tamamen yakıp yıkıldı, iki yüz binden fazla kişi hayatını yitirdi. Nüfusun yarısı yerinden yurdundan oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın saptamalarının haklı olduğu kabul edilene kadar, maalesef bu inanılmaz felaket gerçekleşti. Şimdi cevabını aradığımız bir soru var: Tayyip Erdoğan'a yapılanların hesabını kim verecek?