Türkiye' nin giderek Batı dünyasından ve ittifaklarından uzaklaştığı konusunda çok yoğun bir propaganda var. Yıllardır, dış siyasette atılan her adımda, yaşanan her yeni gelişmede AK Parti hükümeti, ya "eksen kayması" ya da "Batılı müttefikleriyle soğuma" ithamlarına maruz kaldı. Ulusal medyada bu konuyu her gün, her aşamada o kadar çok gündeme getirdik ki, büyük ölçüde uluslararası medyaya da yansıdı ve devamlı Türkiye'nin ittifakları konusunda bir soru işareti canlı tutuldu.
Türkiye, bugün dünyanın en istikrarsız ve tehlikeli coğrafyasında tek başına istikrar ihraç etmeye çalışan çok önemli bir ülke, bunu sıklıkla tekrarlamakta yarar var çünkü sanki Türkiye, Cumhuriyetin kurulduğundan bu yana ilke edinmiş olduğu "demokrasi dünyasının örgütleri ve hukukuyla bütünleşme" hedefinden vaz geçmiş olduğu havası uyandırılıyor.
Başbakan Erdoğan, iki hafta içinde Viyana ve Paris'i de kapsayacak önemli bir AB gezisine çıkıyor. Bu ziyaretin en can alıcı görüşmesi Başkan François Hollande ile gerçekleştireceği zirve olacak. Dün 70. Yıldönümü kutlanan Normandiya Çıkartması vesilesiyle Barack Obama ve Vladimir Putin, ilk kez aynı mekânda buluştular ve katiyen görüşmediler. Hatta birbirlerinin görüş alanına girmemek için çaba sarf ettiler. Her ikisi ile görüşerek, Ukrayna sorunundan bu yana en hassas arabuluculuk işlevini de Fransa Cumhurbaşkanı Hollande üstlendi. İngiltere ile Almanya arasında var olan AB gerginliğinde, gene Fransa önemli bir arabuluculuk görevine soyunmuş bulunuyor. Başbakan Erdoğan, tüm bu gelişmelerin ertesinde, özellikle de Suriye konusunda François Hollande ile çok can alıcı konuları gündeme taşıyacak. Bunları yaparken de çok muhtemelen ulusal muhalif medyada Başbakan, AB ile ilişkileri yeterince canlı tutmamakla suçlanacak.
Devamlı "AB hedefinden uzaklaştık" diyerek hükümeti itham etmek muhakkak ki muhalefet yapmak açısından rahatlatıcı ve kolay bir yol… Romanya ve Bulgaristan'ı üye alan, Arnavutluk ile üyelik müzakerelerine hazırlanan, bu arada da Türkiye ile fasılları Güney Kıbrıs veto ediyor bahanesiyle açamayan bir AB sisteminin, durumun bu hale gelmesinde sanki hiç rolü yokmuş gibi davranmayı sürdürebiliriz. Uluslararası düzeydeki tüm gelişmeleri, sadece iç siyaset gözlüğüyle seyrederek, en inanılmaz haberleri ciddiye alabiliriz. Mesela Nijerya'daki asilere THY aracılığıyla silah gönderildiği gibi, kimsenin havsalasının almayacağı bir itham, ciddi olarak haber yapılabilir ve Türkiye'nin Afrika politikası, iç siyaset dedikodusu için olduğu gibi mahkûm edilebilir. Bütün bunları yaparak, Türkiye'nin giderek değişen, iki kutupluluğa doğru giden bir dünyadaki rolü açısından ne denli ciddi sorunlar yarattığımızın da bilincine varamayacağız. İç siyasette, daimi olarak bir komplo arayışında olan kanaat önderlerimizin ve medyamızın önemli bir kesimi, giderek gerçeklerden uzaklaşıyor.
ABD'nin de, AB'nin de, Türkiye'nin de, birbirlerine hiç olmadığı kadar ciddi ihtiyaçları var. Bunu, resmi açıklamalar düzeyinde, en üst düzey temsilciler sıklıkla dile getiriyor. Bunlar pek haber olamıyor, çünkü daha ziyade, siyasi sorumluluk taşımayan kişilerin görüş ya da demeçleri, nedense daha ciddiye alınıyor ve dış siyaset analizlerimizde bu unsurlar kullanılıyor.
Geçmişte Türkiye, AB ile olan ilişkilerinde büyük zaman ve zemin kaybetti. Özellikle de 12 Eylül sonrası, Kıbrıs ve Güneydoğu politikalarımızın yarattığı sorunları yeni yeni iyileştirmeye çalışıyoruz. Ancak geçmişle yüzleşeceğimiz, geleceğe bakacağımız ve ona göre davranacağımız yerde, geçmişin hatalarını bugünün iktidarından sormak herhalde daha kolayımıza gidiyor. Bu şekilde davranarak, büyük bir ülke siyaseti oluşturamayız, bu başarısızlık da sadece iktidarı değil, tüm bir ülkenin geleceğini olumsuz etkiler. Dış siyasette her dedikoduyu ciddiye alıp tartışma yaratmanın, sorumsuzluğun ötesinde siyasi verimden de yoksun olduğu muhalefetçe ne zaman anlaşılırsa, o kadar iyi olur.