Lampedusa adası, Akdeniz'de İtalya'ya uzak, Tunus sahillerine çok yakın bir yerde bulunuyor.
Malta'nın bir hayli batısına düşen İtalya'nın bu küçük ve uzak adası, Afrika'dan AB ülkelerine kaçak geçmek için çalışan göçmenlere, istemeden zorunlu giriş kapısı görevi yapıyor.
İnsan kaçakçıları, Tunus üzerinden, denize açılması tehlikeli olan, eski ve bakımsız gemilerle yüksek fiyatlar karşılığında, kaçak göçmenleri Lampedusa adasına doğru yola çıkarıyorlar.
Onlarca, yüzlerce kişiyi taşıyan bu derme çatma teknelerin sonu, genelde adaya varamadan sulara gömülmek oluyor. Ne var ki, para kazanmak, ülkesine, ailesine gelir sağlamak mecburiyeti, kaçak göçmenleri tehlikelerden yıldırmıyor.
Geçtiğimiz hafta, Eritre ve Somali kökenli kaçakları taşıyan bir tekne, Lampedusa açıklarında battı, hayatını kaybedenlerin sayısı üç yüzü geçmiş gibi gözüküyor. Papa 1. François, temmuz ayında adaya giderek, hayatını kaybeden göçmenler için dua etmiş, denize bir çelenk bırakmıştı.
Bu olayın üstünden dört ay geçmeden yeni felaket yaşandı. Adayı ziyaret eden Avrupa Komisyonu Başkanı Barroso ve İtalya Başbakanı Lette, yuhalanarak karşılandılar. Bu tepki, AB'nin sınırları koruma ve kaçak göçü önleme politikalarındaki çelişkiler, yetersizlikler ve "hümanizma" boyutunun tümüyle unutulmasından kaynaklandı.
Felaketten sonra AB içinde, hâlâ sınırların nasıl daha iyi korunacağı tartışılıyor.
Bunu Frontex gibi bir ortak sınır koruma sistemi haline getirerek gerçekleştirmeden, göçmenlerin AB içinde daha adil biçimde dağıtılmasına giden bir tartışma sürüyor.
Bu tür yaklaşımların kaçak göçü engellemeyeceği bir yana, AB toplumlarında giderek yükselen "yabancı düşmanlığı" dalgasını güçlendirmesinden korkulması gerekmeli. Aşırı faşizan sağ, Yunanistan'dan Fransa'ya kadar, "vatandaşın işini elinden kapan, sağlık sisteminden faydalanan kaçak işçi" temasını kullanıyor.
Diğer yandan Türkiye, tam sayısı bilinmese de en az yarım milyon Suriyeli sığınmacıyı barındırıyor. İki milyar dolar düzeyinde harcama yapıldı, daha ne kadar kişinin kaçacağı, ne kadar süre bu insanların misafir edileceğini kimse bilmiyor.
Bugüne dek uluslararası düzeyde sadece 130 milyon dolar civarı destek alındı.
Türkiye'nin "açık kapı" siyaseti, AB'nin temelinde yatan "hümanizma" değerlerinin vücut bulmuş hali, kapalı kapılar ardında da, yüksek düzey toplantılarda da bu sıklıkla dile getiriliyor.
Ancak Türkiye'nin bu siyaseti AB kamuoyuna olumlu yansıtılmıyor. AB basınında çok saygın bir yeri olan Le Monde gazetesi açısından bakıldığında, "Türkiye kaçak göçün merkezi"... Bu bakış, hem ilişkilerdeki gerginliği artırıyor, hem de soruna çözüm getirmek yerine yabancı düşmanlığının, İslamofobyanın artmasına neden oluyor. Devamlı bir "günah keçisi" aranarak, kaçak göçün "insani" boyutu unutuluyor. Kaçak göç, parası olanların büyük meblağlar ödeyerek, ölüm tehlikesini göze alarak AB'ye geçtiği, insan kaçakçılarına para ödeyemeyen zavallıların Türkiye'de, Tunus'ta, Fas'ta çaresiz beklediği bir statüko sürdüğü müddetçe halledilemez. Bu sorun, AB'de "sığınmacı" ile "ekonomik göçmen" ayrılarak ele alınmaya çalışıldı.
Başarısız oldu. Türkiye'nin "hümanist" siyaseti örnek alınarak, çok geniş bir uluslararası işbirliği sağlanması aciliyet kazandı.
Yoksa denize kurban gidenlerin anısına sulara daha çok çelenk bırakılır.