İnanılmaz yoğun bir siyasi döneme girdik. Bir yandan son derece başarılı bir demokratik süreçle seçimleri tamamladık, ancak akabinde anlaşılması güç bir tıkanıklık baş gösterdi. Diğer yandan Türkiye'nin çevresinde, çeşitli komşu ülkelerde halk sokaklara dökülmüş bulunuyor. Yunanistan gibi demokrasiyle yönetilen ülkelerde sokaklarda göz yaşartıcı bomba kullanılırken, Suriye'de daha radikal önlemler alınıyor ve halka ateş açmak suretiyle gösteriler bastırılmak isteniyor. Her iki ülkede de sosyal ve siyasi çalkantının sürmesi Türkiye açısından da, uzun vadede iyi bir gelişme değil.
Türkiye'nin dış siyasette son dokuz yıldır gelişmesi, çok değişik biçimlerde AB medyasında, kamuoyunda ve karar alma sistemlerinde tartışıldı, değerlendirildi. Bugüne kadar, bu değerlendirmeler genelde birbirini takip eden iki aşamada gerçekleşti. İlk aşama, Türkiye'nin girişimlerinin pek de ciddiye alınmadığı, "Türkiye bu açılımları AB müzakereleri için yapıyor" yaklaşımıydı. Bu aşamada, genelde AB'nin payına, var olduğu pek de söylenemeyecek dış siyasetine övgüler, Türkiye'nin payına da "aferin ama daha gideceğin çok yol var" türü açıklamalar düşmekteydi.
İkinci aşama, Türkiye'nin dış politikasında daha çarpıcı gelişmeler olduğu döneme rastladı.
Burada, hem iç siyasette, hem de ağırlıklı olarak dış siyasette "aman Türkiye'nin ekseni mi kayıyor" tartışması yapıldı. Genellikle bu "eksenin" kaydığı yönündeki endişeli demeç, analiz ve eleştiriler çeşitli medya organlarında baş gösterdi. İsrail'le ilişkiler iyice bozulduğunda, son derece ilginç biçimde bazı yazar ve analistler, uluslararası medyada "nokta atışı" yapmaya başladılar ve hükümeti, özellikle de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı çok ciddi eleştirdiler.
Dış ilişkilerde yeni bir algı
Arap Baharı olarak adlandırılan devrim süreci ve Türkiye'deki son seçim performansı sonrası, kendi payıma "üçüncü aşama" olarak adlandırdığım döneme girdiğimizi düşünüyorum. Bu dönemin bence ortaya çıkan bir dizi özelliği var.
Birincisi, Türkiye'nin "sıfır sorun" politikasının, sanıldığının aksine çok ciddi ilkelere dayanan bir siyasi tavır olduğu genel kabul görmeye başladı. Libya ve Suriye ayaklanmalarında, Türkiye'nin tavrı merakla beklenirken, zannedilenin aksine oportünist bir tutumdan çok uzak, dengeli ve ilkesel bir tavır alan Başbakan, bu konuda çok açık bir mesaj verdi: Türkiye, evrensel demokrasi kuralları içinde davranıldığı sürece her türlü işbirliğine hazır, ancak bu kurallar çiğnenirse de gayet sert tavır koymaktan çekinmiyor.
İkinci gelişme, Türkiye'nin bölgesini etkileme gücü konusunda yaşanmaya başladı. Önceleri hafife alınan bu süreç, Arap ülkeleri sokaklarında Türk bayrakları belirdiğinde daha ciddiye alınması gereken bir olgu olarak ortaya çıktı. Son dört yıldır Türkiye, bu konuda çok ciddi adımlar atmış ve normal koşullarda ancak ABD'nin başarabileceği performansları gerçekleştirmişti. Bunlar, gerek iç, gerek dış basında olması gerektiği kadar ciddiye alınmadı, genelde konjonktürel gelişmeler olarak adlandırıldı.
Şimdilerde Türkiye'nin Bosna'dan Yemen'e uzanan moral bir gücü olduğunu herkes teslim ediyor.
AB ne olacak?
Üçüncü gelişme, AB ile ilgili ve artık AB içinde, Türkiye'nin bu sürecin dışında tutulmasına iflah olmayacak bir şekilde inananlar haricinde, genel kanı AB'nin daha ciddi bir yaklaşım içinde olması gereğine odaklanıyor. Burada işler daha sorunlu, çünkü daha önceki yazılarımızda sıklıkla belirttiğimiz gibi, hem Fransa, hem de Almanya'da işlerin sürüncemede kalmasını isteyen iktidarlar oldukça, AB'nin kurumsal olarak kıpırdanması bir hayli zor görünüyor.
Her şeye rağmen unutmamalı ki, yaşadığımız dünya artık yirmi birinci yüzyılın dünyası ve eski düşünce kalıplarımız çoğu zaman işe yaramıyor. AB içinde, Fransa ve Almanya'nın muhalefetine rağmen hiçbir şey yapılamaz mı? Zor olur, ancak imkânsız değil. Türkiye, önünde son derece sağlıklı bir gelişme perspektifi olan yükselen bir toplum. Bu konumu giderek merak ve ilgi uyandırıyor. Anayasal reformlarını yapmış, büyümesi son derece hızlı, eski sorunlarından kurtulmuş bir Türkiye'nin bölgesindeki istikrar ihraç eden yapısı, onu AB'ye taşıyamaz mı? Bu soruya hayır cevabı vermenin giderek zorlaştığı bir döneme giriyoruz.