Cumhurbaşkanı Erdoğan dün Fransa'daydı. Bu ziyaret hem iki ülke ilişkileri, hem Türkiye- Avrupa Birliği ilişkileri, hem bölgemizdeki gelişmeler açısından oldukça kritik bir ziyaretti.
Bu önemli ziyaretin bir boyutu Türkiye'nin terörle mücadelesi ve bölgemizdeki krizlerin çözümü ile ilgili Fransa'nın desteğini almakla ilgiliydi.
Bir diğer boyut ise Türkiye-Avrupa ilişkilerini normalleştirmek, Avrupa'nın Türkiye'ye yönelik olarak bir süredir devam ettirdiği irrasyonel tutumun her iki tarafa da maliyet ürettiğini gözler önüne sermek...
Batı medyası bir süredir Türkiye'yi "Batı'dan koptuğu", "eksen kayması yaşadığı" için eleştiriyor. Ötekileştiriyor. Bizdeki Batıcılar da bu söylemi 7-8 senedir kullanıyor.
Evet Türkiye ABD ile ilişkilerinde ciddi gerilimler, ortadan kaldırılması pek de kolay olmayan ihtilaflar yaşıyor. Türkiye'nin Avrupa ile ilişkilerinin de pek parlak olduğu söylenemez. Tam da böylesi bir ortamda Türkiye bir yandan Rusya'dan S-400 savunma sistemi alıyor. Öte yandan Suriye'de ve Kuzey Irak'ta belli alanlarda İran'la birlikte hareket ediyor. Yine Türkiye bir diğer yandan da Çin'in "Bir Yol Bir Kuşak" projesinin en önemli destekçilerinden biri olarak öne çıkıyor.
Türkiye karşıtlarının kahir ekseriyeti son 7-8 yılın muhasebesini Türkiye'nin Batı'dan kopuşu şeklinde yapıyor.
Oysa bu süre zarfında Türkiye hem ABD ile hem de Avrupa'yla ilişkilerini iyileştirmek için yoğun gayret sarf etti. Fakat bunu yaparken de şu mesajı muhataplarına net olarak verdi. "Artık Türkiye Batılı ülkelerle geçmişte olduğu gibi asimetrik bir ilişki kurmayacak, bundan böyle Türkiye bağımlılık tuzağına düşmeyecek. Hele hele bunun için geçmişte olduğu gibi yanıp tutuşmayacak." Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Fransa ziyareti Türkiye'nin yeni dönemin küresel gerçekliğine uygun olarak Avrupa ülkeleriyle de iyi ikili ilişkiler geliştirme çabasından vazgeçmediğinin somut göstergesi.
Bakınız, bir kere daha tekrar etmekte yarar var. Liberal küreselleşmeci perspektifin anlamını yitirdiği, serbest ticaret paradigmasının zayıfladığı bir dönemdeyiz. 1945 sonrası düzen de 1990 sonrası düzen de yok artık. ABD'nin hegemonya krizi yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. ABD Pasifik havzasındaki hegemonyasını Çin'e kaptırmış durumda. Ortadoğu'da ise Rusya ABD'den çok ciddi rol ve alan çalıyor. Rusya Doğu Akdeniz ve Ortadoğu'da etkinliğini artırıyor, askeri üs alanları inşa ediyor. Rusya aynı zamanda Doğu Avrupa ve Ukrayna üzerindeki hâkimiyetini sürdürme mücadelesi de veriyor.
Dünyanın Doğululaşması tartışmasının yapıldığı bir dönemdeyiz.
Öte yandan bütün hegemonya krizine rağmen ABD süper güç olarak kalmaya devam ediyor. İçinde yaşadığımız dünyaya Mearsheimer "Tek süper gücün olduğu çok kutuplu dünya" diyor.
Küresel siyaset sahnesinde Avrupa'da yaşanan güç kırılması, Fransa ve Almanya rekabeti dikkat çekiyor. Beri tarafta Avrupa'da ırkçılığın, radikal sağ hareketlerin yükselişi ve sosyal demokrasinin çöküşü ciddi sıkıntıları beraberinde getiriyor, siyasetin alanını daraltıyor.
Diğer yandan İngiltere'nin kendisine yeni bir rota çizme çabası hem ABD'nin hem de Avrupa ülkelerinin dikkatle takip ettikleri ve elden geldiğince manipüle etmeye çalıştıkları bir çaba.
Bölgemizi, bizim içinde bulunduğumuz coğrafyanın halini ise hiç bahse konu etmiyorum.
Yaşananlar ortada, alev alev etrafımızı saran ateş ortada...
Böyle bir rekabet ve çekişme ortamında Türkiye, sırtını dayayabileceği tek bir dış güç olmadığını, ancak realist bir perspektifle iyi ikili ilişkiler geliştirir ve içerideki siyasi istikrarını, güçlü siyasi liderliğini korursa ayakta durabileceğini çok iyi biliyor.