Türkiye, yıllardan beri terör örgütleriyle cebelleşen, mücadele eden ve ne yazık ki bu mücadelesinde yalnız bırakılan bir ülke. Uluslararası camia, özellikle de Batı dünyası Türkiye'nin karşı karşıya olduğu güvenlik tehditlerini görmezden geldi. Hatta ve hata terör örgütlerinin ürettiği yıkıcı kapasiteyi kendi çıkarları için kullandı.
Terör örgütlerine destek vermekten çekinmedi.
Maksat, Türkiye'yi tamamen çökertmek değilse de, elini zayıflatmak, müdahaleye, manipülasyona açık hale getirmekti.
Nitekim öyle oldu.
Türkiye, terör örgütleri üzerinden istikrarsızlaştırıldı, zayıf düşürüldü, Batı'nın desteğine muhtaç kaldı.
***
2000 sonrasında üç önemli gelişme yaşandı.
Biri ulusal, biri bölgesel ve biri küresel üç önemli gelişme...
2001'de 11 Eylül saldırıları oldu. 11 Eylül saldırılarıyla birlikte terör Batı dünyası için yeni bir boyut kazandı.
Terörizm ve fanatizmin yeni bir formunun küreselleştiği ve hedefine Batı dünyasını koyduğu görülmüş oldu. Ne var ki sorunun kaynağı Batı sömürü düzeninin hatalı politikalarında değil, İslam dininde arandı. Müslüman dünya suçlandı.
İkinci önemli gelişme 2002'de AK Parti'nin iktidara gelmesi oldu. R. Tayyip
Erdoğan liderliğindeki AK Parti hükümetleri
Türkiye'nin çok ciddi bir kapasite artışı yaşamasına,
ekonominin büyümesine, siyasetin
istikrar kazanmasına ve demokratikleşmesine
zemin hazırladı. Türkiye bu süreçte bir yandan
küreselleşen fanatizmin yeni formu konumundaki
el Kaide terörüne muhatap olurken,
diğer yandan etnik temelli, ayrılıkçı ve pan-Kürdist
bir terör örgütü olan PKK'nın saldırılarına
maruz kaldı. Son 15 yılda büyük badireler atlatıldı.
El Kaide terörünün yerini DEAŞ terörü aldı ve çok daha yıkıcı bir boyut kazandı. PKK terörü 2013'ten itibaren ülkeyi iç savaşa sürüklemeye dönük uluslararası bir yıpratma savaşının unsuruna dönüştü.
Ülkedeki güçlü liderlik, kapasite artışı, ekonomik büyüme ve siyasi istikrar bu terör örgütleriyle mücadelede büyük bir imkân sağlasa da devlet ve hükümet terörle mücadelede aynı çizgiye bir türlü gelemedi. Devletin bileşenleri neyin milli güvenlik tehdidi olduğu, bu tehdit(ler)le nasıl mücadele edilmesi gerektiği konusunda uzlaşıya varamadılar. Bunun nedeni 15 Temmuz 2016'da anlaşıldı. Devlete sızan, ordu ve emniyette örgütlenen illegal unsurlar siyasi iradenin terörle mücadele azmini kırmak için ellerinden geleni yaptılar. Terör örgütlerinin önünü açtılar, gün sonunda kendileri bir terör örgütüne dönüştüler. 15 Temmuz sonrasında devletin bu illegal unsurlardan arınmaya başlaması ülkenin terörle mücadelesi bağlamında yeni bir sürecin önünü açtı.
Üçüncü önemli gelişme 2010'da yaşandı. Arap dünyasında ardı ardına halk
isyanları yükselmeye başladı. Batılı liderler başlangıçta
teşvik ettikleri, demokratikleşme adımları
olarak değerlendirdikleri bu isyanları kısa
süre içinde tehdit olarak görmeye başladılar.
Ne var ki bölgenin istikrarına yatırım yapmak yerine, bölgedeki kaosun derinleşmesine hizmet ettiler.
***
Bugün Türkiye, 11 Eylül sonrasında küresel alanda, 2010 sonrasında bölgesinde yeni bir boyut kazanan terörle aktif biçimde mücadele ediyor. Çok yakın döneme kadar bu mücadeleyi kem aletlerle, stratejik düzeyde değil, taktik seviyede veriyordu. 15 Temmuz sonrasında hızlanan ve 16 Nisan'da büyük oranda tamamlanan devletteki dönüşümle birlikte Türkiye teröre karşı çok daha etkin bir mücadele yürütebilir noktada.
Yeni bir güvenlik doktrini ile kendi sınırları dışında da hareket ediyor, kendisini tehdit eden terör örgütleriyle mücadele ediyor. Etmeye de devam edecek. Elbette Türkiye'nin terörle mücadelesi Batı dünyasıyla da Doğu dünyasıyla da ilişkilerini iyileştirme çabasına engel değil. Madem mutlak ittifaklar dönemi kapandı, o takdirde hem gerektiğinde YPG'ye müdahale etmeli, hem de Trump yönetimiyle iyi ilişkiler geliştirme gayretini sürdürmeli. Bir noktada yeni ABD yönetimi YPG kararını kendisine dayatanların yanlışını görecek ve Obama döneminin kötü mirasını tevarüs ettiklerinin farkına varacak