Amerika mitleriyle maruf ve malul bir memleket. "Amerika'nın Peşini Bırakmayan Mitler" başlıklı bir kitap var. Yazarı Richard Hughes.
Kitap, Amerika'yı, tarihi boyunca sarıp sarmalayan mitleri konu ediniyor.
Neler mi bu mitler? Her şeyden önce "seçilmiş ulus" miti.
Yani "necip millet" efsanesi!
Karşımızda bu efsane üzerine kurulu bir ulus ve bir devlet var.
Modern zamanlarda kurulmuş, bir tür "üstinsan ideolojisi."
Amerikalıları sarmalayan bir diğer mit ise "Hıristiyan millet" miti.
Amerikalılar bütün sekülerleşme tezlerine rağmen kendilerini "Hıristiyan bir ulus" olarak görüyor.
Bunun üzerinden bireye, topluma ve siyasete bakıyor.
Bir başka mitse "bin yıllık ulus" miti!
Buna göre ABD kendi kaderini gerçekleştirecek ve yeni bin yılı belirleyecek.
Yani yeni bin yılın egemen gücü olacak.
Dikkat ederseniz bu mitler pek öyle siyasetbilimcilerin üzerinde durmadıkları, çoğu kez sosyologların ve antropologların toplumdan kazıyarak çıkardıkları mitler.
Fakat söz konusu mitler aynı zamanda siyaseti de etkileyen ve hatta zaman zaman siyaset sahnesindeki anlaşılması müşkül davranışları da anlamlandırmamızı sağlayan unsurlar konumunda.
Evet buraya kadar sayılan mitler, Amerika'yı Amerika yapan belli başlı değerler arasında.
Ne var ki bana göre güncel ABD siyasetine en fazla etki eden mit, "masum millet" mitidir.
Hughes'a göre Amerikalılar "seçilmiş millet" olmasının yanında "masum millet" olduğuna da inanmaktadır.
Bu inanış Amerikalıların 11 Eylül saldırılarının ve sonrasında yaşanan kırılmaların gerçek anlamını bir türlü kavrayamaması sonucunu da doğurdu.
Bu yönüyle Amerikalıların dünyanın geri kalanının kendisi hakkında ne düşündüğünü umursamaması sadece sahip olduğu imkân ve avantajlarla ilgili değil.
Bunun bir nedeni de ABD'nin bu mitleri!
Barrack Obama, tam anlamıyla "masum millet" senaryosuna uygun bir başkanlık performansı sergiledi.
Obama ABD halkının bu miti doyasıya yaşaması, hatta bu mitin kökleşmesi için elinden geleni yaptı.
Amerikalıların dünyanın geri kalanında ne olup bittiğiyle ilgilenmediği tezini savundu.
Dünyanın geri kalanında olup bitenlerle zaten ABD'nin ne ilgisi olabilirdi ki?
Bu yaklaşım "Obama doktrini" denen pasif agresif dış politika çizgisinin de esasını teşkil etti.
Hillary Clinton da bu yolda ilerleyerek yeni başkan olmak için uğraş veriyor.
Buna karşılık bugün Cumhuriyetçi Parti'nin başkan adayı olan Donald Trump bir süredir başka bir miti yeniden dolaşıma sokmaya çalışıyor.
O da bir kez daha "seçilmiş millet" efsanesini savundu. Ve bu savunu güçlü bir karşılık buldu.
Trump bunu "Büyük Amerika" olarak formüle ediyor. Bu denli rahat biçimde ayrımcı ve dışlayıcı biz çizgi tutturabiliyor.
İki gündür BM toplantısı için geldiğimiz New York'tayım. Nedense bu sefer karşımda çok daha fazla "mitleri arasına sıkışmış bir ABD" görüyorum. Bir yanda Suriye'de yaşanan büyük insanlık krizi karşısında gerçekçi bir tavır koyamayan bir "iktidar", öte yanda ise bu insanlık krizinin başlıca mağdurlarını potansiyel terörist olarak görüp ülkeye sokmamak için bin takla atan bir "muhalefet" var. Belki de siyasal alanı efsunlanmış bir ABD bu.