Bugüne kadar çözüm süreci üzerine birçok yazı yazdım, birçok şey söyledim. Sürecin sorunlarına, aksayan yanlarına değinsem de, gün sonunda çözüm sürecinin desteklenmesi gereken bir barış projesi olduğunu düşündüm. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Hatta ve hatta sadece Türkiye'ye değil, Ortadoğu coğrafyasına hitap eden bir barış projesidir çözüm süreci.
***
Ve fakat en nihayetinde bir projeden bahsediyoruz. Çok ciddi mesafe alınmış, ancak hâlâ sonuç alınamamış bir projeden. Mevcut ulusal ve uluslararası denklemler çerçevesinde hitama erdirilmesi çok daha zor bir süreç var karşımızda.
Neden bu noktaya gelindi? Listenin başına hiç kuşkusuz uluslararası ve bölgesel konjonktürü yazmamız gerekiyor. ABD'nin Ortadoğu politikası, Suriye krizinin bölgede yarattığı egemenlik bunalımı, Arap devrimlerinin başarısızlığa uğraması ve baskıcı rejimlerin eskisinden çok daha ağır politikalar izlemesi Ortadoğu coğrafyasını tam bir kaosa sürükledi. Bu ortamda kendisine mümbit bir zemin bulan DAEŞ adlı uluslararası terör şebekesi bölgedeki tüm dengeleri alt üst etti. Rusya, İran, Suudi Arabistan ve İsrail ise bu ortamı kendi çıkarları için manipüle etmeyi sürdürdü.
***
Türkiye, çevresinde yaşanan bu olumsuzluklara rağmen çözüm sürecinin arkasında durdu. Çözüm sürecini Ortadoğu'ya model olabilecek bir barış projesi olarak takdim etti. Toplum ve bürokrasi asayişçi-güvenlikçi perspektifle değil, demokratik-özgürlükçü perspektifle bir çözüm üretilebileceğine ikna edilmeye çalışıldı. Önemli oranda da başarılı olundu.
Çözüm süreci, "
demokratik açılım" sürecinin bir cüzü ve Oslo görüşmeleri ile başlatılan sürecin devamı olarak gündeme geldi. Devletin ona atfettiği anlam son derece netti: Silahların susması, onun yerine demokratik temsilin devreye girmesi.
PKK da başlangıçta, silah bırakma, bölgeden çekilme, demokratik siyasetin önünü açma noktasında hükümetle aynı çizgide olduğunu deklare etse de, tamamen bambaşka bir pratik ortaya koydu. Silah bırakır gibi yaptı, bırakmadı. Sürekli yeni şartlar ortaya sürdü. Dahası Güneydoğu Anadolu bölgesinde "
kamu otoritesi" gibi davrandı. Kendisine yakın görünmeyen siyasi aktörleri tasfiye etti. Masada olduğunu ifade etse de sürekli gerilimi tırmandırdı.
Bütün bileşenleriyle birlikte PKK, taktik adımlarla zaman kazanmaya çalıştı. PKK, Suriye'deki kolu PYD'nin alanı genişledikçe daha gür sesle masayı devireceği tehdidinde bulundu. 6-8 Ekim olayları ile PKK, hem devlete hem de bölgeye nasıl bir tahribatta bulunabileceğini gösterdi. PKK, bu tahripkâr tutumunu artırarak sürdürdü.
PKK, Suriye krizinin kendisine sağladığını düşündüğü jeo-stratejik fırsatları gördükten sonra tutum değiştirdi. Yeni bir strateji izlemeye başladı. Türkiye'nin "
yerli" çözüm süreci içinde bir muhatap olarak kalmak yerine, Türkiye'yi güneyinden çevreleme stratejisinin parçası olmayı yeğledi.
***
Gelinen noktada çözüm süreci ciddi bir açmazla karşı karşıya. Devlet açısından sürecin muhatabı ortada yok. Peki ya PKK'nın siyasetteki temsilcisi HDP bu durumda nasıl bir yol izleyecek?
Seçim sürecinde kimi uluslararası çevreler HDP'yi Türkiye'yi güneyden kuşatma stratejisinin bir parçası olarak destekledi. Mecliste 80 milletvekili ile grubu bulunan HDP Kamışlı'dan Afrin'e doğru oluşturulmak istenen "
Kürt kuşağı"nın uluslararası PR'ı ve kaba saba Erdoğan karşıtlığı dışında "
yerli" bir siyaset üretebilecek mi?
Peki ya MHP başkanı Devlet Bahçeli 2012'de söylediği "
ülkemize yönelen tehditleri en aza indirmek amacıyla; Batı ucu Afrin'i ve Doğu ucu da Kandil'i içine alacak biçimde tesis edilecek hilal şeklindeki güvenlik kuşağı bir an önce sağlanmalı ve icra edilmelidir" sözünün arkasında duracak mı? Yoksa Erdoğan karşıtlığı paydasında HDP ile aynı karede yer almaya devam mı edecek?