"Dereler akabilmek için bir yatağa, ruhlar özgürlüğü yaşamak için, kadere ihtiyaç duyarlar" demiş, psikoterapi dünyasının son şövalyelerinden Rollo May (1909-1994) "Özgürlük ve Kader" adlı kitabında. Tanıdığım bir şair ise şu dizeleri yazmıştı:
"Hem insanın kaderi... Evidir doğduğu..."
***
Her iki anlatım da, birbiriyle örtüşüyor.
İnsanın kaderi doğduğu evde şekillenirken, ruh ise gerçek özgürlüğü, kaderini kabullendiği anda buluyor. İnsanın sahici özgürlüğü, bir yandan doğulan evde, bir yandan da bireysel çabayla çizilirken, kaderi kabullenmek kadar, sevmek de önemli.
Hani biraz da
"Kaderinizi sevin" diyen Nietzsche'nin üstüne bastığı gibi.
***
Özgürlük, kaderini kucaklarken biraz da
"kendini bilmekte" gizlidir.
Rollo May'in kitabından keyifle okudum:
Çoğumuz mitolojideki Narcissus Efsanesi'ni suda asla sahip olamayacağı, kendi suretine aşık olan gencin hikayesi olarak biliriz. Günümüz psikanalitik literatüründe de, kendine hayranlık duyma eğiliminin bir ifadesi olarak
'narsisizm' kavramının kökü, bu hikayeye dayanır.
***
Hikayenin bir başka tarafı daha var:
Yaşlı kahin Tiresias, Narcissus'un annesi olan su perisine, oğlunun yaşlanıncaya kadar
'kendini asla bilmemek koşuluyla' yaşayacağı kehaneti, hayata geçirmesiyle başlar. Kehanetin anahtar kelimesi:
'Kendini bilmemektir.'
Aynı efsanede arka plandaki karakter; Narcissus'u umutsuzca, büyük bir aşkla seven, dağ perisi Echo'dur.
***
Ama Narcissus, güzeller güzeli dağ perisini, kabaca, kötü bir şekilde dışlamıştır.
Çok üzülen Echo, sadece geride
'güzel sesini' bırakarak, oralardan çekilmiştir.
Echo'nun bu kaygısız, dirençsiz çekilişini, tanrılar küçümsemiş, onu sonsuza kadar dağ dereleri ve vadilerde dolaşmaya mahkum etmişlerdir.
Aynı Echo ise bu kez intikam ihtiyacıyla, tanrılara Narcissus'u karşılıksız aşkla cezalandırmaları için yalvarır. İşte O, dağ perisinin bu çağrısından sonra, suda kendi suretine aşık olur.
***
Ne umutsuz bir aşktır; yaşlı bir kahin tarafından
'kendini asla bilmemek' koşuluyla kaderi çizilen Narcissus'un, kendi suretine tutkuyla bağlandığı, bu kederli aşk.
Keder ile kader arasında, bir bilmece. Suda baktığı suretine
'kendi bilmese' de hem sahip olup, bir yandan da aşkı nedeniyle hem sahip olamamak duygusu. Dağ perisi Echo ise onu affetmese de, uzaklardan bakarak çok üzülür bu durumuna, onunla birlikte acı çeker;
"Ah gençlik, boşa sevdi, elveda" der
***
Özünde suya bakarken
"kendini bir türlü bilememek"tedir Narcissus.
Tanrıların gözünde ise onun en trajik kusuru, bir başkasını asla sevemeyecek, kendisini de bir başka kişiyle
'bir olabilecek' kadar,
'bunun üzerinden' hiç sevemeyecek olmasıdır.
Ne acı insanın, kendisinden başka kimseyi sevemeyecek kadar, kendisine kırgın, tuhaf, ruhuna, doğasına yabancı olması. Üstelik bunu yaparken,
'kendisini de', kendisine aşık olduğu suretinin sularında yüzerken,
'bir türlü bilememesi'.
İşte bu nedenle bir yanıyla,
'kendini bilmektir' sahici özgürlük...
***
Takılıp kalacağız şimdi:
Elbette insanın kendisini sevmesi, önkoşul olarak iyidir.
Bir yanıyla kendine bakmayı, kendine saygıyı, kendisini onaylamayı içerir.
Ama
'narsisizmden' uzaklaşmanın temel yolu da,
'sevgi ilişkisini' sadece '
kendimizi sevmekle' sınırlamamaktır. İşte ne yazık ki günümüz insanı için, hep
'başkalarını sevmeyi ötelemenin, ertelemenin' bir yolu olarak görülüyor
'kendini sevmek' biraz.
Bakın çevrenize, yeterince itiraf etmesek de, herkes en çok kendisini seviyor.
***
Bu nedenle hep
'kendini sevme' eylemini, varoluşun temel sıçrama tahtası olarak görüp yüceltiyoruz! Hani post modern bir slogan gibi;
'kendini seversen, nasılsa, mutlaka, ötekini de seversin' diyoruz. Ama öyle olmuyor... Genelde özgürlüğümüz ve özgünlüğümüz; gizlesek de esasta sürekli tekrarlarla, sadece
'kendimizi sevmekte' düğümleniyor. Belki de 'ötekini sevmek' çok zor olduğu için... Kendimizi sevmeyi, çok daha zor, daha da insanca olan, ötekini sevmenin ağırlığından kurtarmak için, bir perde olarak kullanıyoruz. Böylece tam olarak özgürleşemiyoruz.