Çok eski bir Yunan söylencesi, şair Orfeus'u anlatır... Aynı zamanda bir müzisyen olan Orfeus, söylenceye göre bitkilerden yırtıcı hayvanlara kadar yaşayan tüm canlıları, müziğinin ve şiirinin etkisi altına alırmış.
Yani Orfeus, şiir söylediğinde ya da sitar çalarak müzik yaptığında, tüm çevresi büyülenir, yırtıcı hayvanlar bile sessizleşerek, durdukları yere çakılırlarmış.
Böyle bir yaşam serüveni akarken, şairin karısı Eurydike bir yılan tarafından ısırılarak ölmüş...
Şairin, bütün sesleri bir anda susmuş...
***
Yine mitolojideki anlatıma göre, şair karısını kurtarmak için ölüler dünyasına inmiş...
Burada şarkı söyleyerek, şiir okuyarak, sitar çalarak, ölüm tanrılarını kandırmış...
Sonunda tanrılardan, karısını yeniden hayata döndürme iznini almış...
Ama dönüş yolunda, onun hep önünde yürümek, onunla hiç konuşmamak, ona asla dönüp bakmamak koşuluyla... Şaire önce kolay gelmiş bu koşul...
Ama aynı şair, dönüş yolunda, dayanamayıp, bir an arkasına dönüp bakmış...
Ve kesin olarak yitirmiş karısı Eurydike'yi...
***
Geçtiğimiz günlerde
"Şiir nedir?" isimli tanınmamış bir Fransız yazarın kitabında karşılaştım yeniden bu efsane ile... Bizdeki 'antik kentlerin' de büyülü havasını içime çekerken, yeniden düşündüm... Bir zamanlar belki teknoloji yokmuş ama sanat, hayat, efsane ve düş, insanlığın ruhunda tanrıları bile şiirle kandıran şairler yaratarak yola devam edermiş, sıradanlığa karşı... Düşle şiirin... Şiirle aşkın...
Özgürlükle efsanelerin birlikte kucaklaştığı zengin günler yaşamış insanlık geçmişte...
***
Biz ise değerli olan her şeyi, sürekli sıradanlaştırdığımız için, sıradan olanın tadlarını bile unutur olduk sanki... Bu ülkenin geleceğini tayin edecek gelişmeler bile, gündelik hayatta iyice sıradanlaştırıldığından, kendi gerçeğimize yabancılaşmamız da çok normalleşiyor...
Bu durumda
"En iyisi önemli olan her şeye uzak durmak" diyor insan kendi kendisine...
Mesela küçük ve önemsiz gibi görülen şeyler üzerine düşünmek... Soruyor insan;
"gerçek anlamda sıradan şeyler, önemli olup da bizim sıradanlaştırdığımız şeylerden daha mı önemsiz?" diye... Ve bırakıyorsunuz kendinizi sonuçta, gündelik hayatın akışına...
***
Aslında "unutkanlık" tam bir sosyal hastalık...
Bizde ise iyice sıradan; herkesin normal gördüğü bir hastalık bu...
Toplumlar sizce neden bu kadar çabuk unuturlar?
Neden böyle unutkan olurlar? Yoksa unutmak isteği, hatırlanacak şeylerin çok acı olmasından mı kaynaklanıyor? Sonuçta ortaya,
"hafızasız bir toplum", hafıza erozyonuna uğramış bireyler çıkıyor işte... Oysa hafızası olmayan bir toplum, geleceği nasıl kurabilir ki?
Bugünden geleceğine nasıl doğru adım atabilir?
Yetersiz ve sıradan olur her şey bu durumda...
***
Yine Diyojen eski Yunan'da, gündüzleri bile elinde fenerle
"adam" arayan bir filozoftu...
Yaşadığı çağın önünde,
"sıradanlığa" başkaldıran bir filozof...
Aslen Anadolulu olan Sinoplu Diyojen, simgesel olarak bazen bir fıçının içinde yaşarmış...
Diyojen, yüzyıllara miras kalmış felsefesiyle, kısacık ömründe,
"gerçek insanı" aramış...
Fıçı içinde yaşayan Diyojen'in, elinde fenerle, bu simgesel adam arayışı, belki günümüz dünyasında da geçerli olmalı...
Özellikle bizim gibi unutkan toplumlarda...
***
Belki bu toplum da, onca sıradanlıktan ve yavanlıklardan kurtulmak için, sürekli kendi
"Diyojenlerini" arıyor, yaratıyor...
En azından kendi gerçek vicdanını...
Mesela siz de arıyor musunuz?
Ya da neyi arıyorsunuz?
Sıradan olmayanları mı?
Elinde fenerle dolaşan kendi diyojenlerinizi mi?