18. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa ile temasların sıklaşmasıyla birlikte birçok Osmanlı bürokratı, Batı'yı daha yakından tanıma imkânı buldu. Osmanlı devlet adamları, imparatorluğun haşmetli yıllarında dikkatlerini çekmeyen Avrupa'yı durumun tersine dönmeye başladığı bu yıllarda daha yakından tanımak istediler. Değişik Avrupa şehirlerinde daha önce hiç görmedikleri Batı'ya mahsus sanatlarla karşılaştılar. Bu durumu kimi hayranlıkla, kimi de hayret ve şaşkınlıkla tasvir etti.
ACAYİP SANATLAR
1721'de Fransa'ya elçi olarak giden Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, elçiliği sırasında gördüklerini kaleme aldı. Hatıralarında, Paris'te ilk defa gördüğü operayı "Acayip Sanatlar" başlığı altında şu şekilde anlatır:
"Paris şehrine mahsus bir eğlence var imiş ki, opera derler. Acayip sanatlar gösterilir, çok kalabalıklar toplanır. Şehrin ileri gelenleri, kral naibi ve kral da oraya gelirmiş. Biz dahi onu seyrettik. Kral tarafından bir araba gelip adamlarımızla bizi aldı, gittik. Kral naibinin sarayına yakın bir yere vardık. O yer operaya mahsus olarak yapılmış ve her sınıfın kendisine mahsus oturacak yeri vardı. Bizi kralın oturduğu yere götürdüler, kırmızı kadife ile döşenmiş idi. Kral naibi de gelmiş yerine oturmuştu.
Versay Sarayı
Bina devlet büyükleri ve kadınlarla doluydu. Akşama bir saat vardı. Birkaç yüzden fazla balmumu yanmış ve billur avizelerde de sayısız mumlar yanmıştı. Opera çok ihtişamlı yapılmıştı. Bütün tırabzanları ve sütunları ve duvarları ve tavanları altınla süslenmişti. Kadınlar mücevher içinde olduklarından mum ışıklarından öyle bir parlaklık meydana gelmiştir ki anlatılamaz.
Önümüzdeki sazendelerin olduğu yerde nakışlı büyük bir perde asılı idi. Sazendelerin hepsi yerlerine yerleştikten sonra birden perde yukarı doğru kalktı ve arkasından koca bir saray zuhur eyledi. Sarayın ortasında oyuncular özel kıyafetleri ile ve yirmi kadar peri yüzlü kız, mücevherli elbiseleri ile topluluğu şaşaayla doldurduktan sonra sazları da hep birden şarkıya başladılar. Bir miktar dans ettikten sonra opera denilen oyun başladı.
Bunun aslı bir hikâyeyi aynıyla göstermek. Her hikâyeyi bir kitap yapıp basmışlar, hepsi otuz kitap olmuş. Her birinin adı var, her gösterimde bir padişah var imiş, başka bir padişahın kızına âşık olmuş ve onu istemiş, ama kız da başka bir padişahın oğluna âşık imiş. Aralarında geçen hadiseleri aynıyla gösterirler. Mesela, padişah kızın bahçesine varacak oldu, gözümüzün önünde duran saray bir anda kaybolup yerinde bir bahçe zuhur etti ki limon ve turunç ağaçları dolu idi.
Bir vakit oldu ki kiliseye dua etmek için varacak oldu, o bahçenin yerinde hemen koca bir kilise ortaya çıktı. Türlü türlü sihirler gösterilip hokkabazlıklar yapıldı. Atlı ve piyade askerleri ile cenkler gösterdiler. Gökten bulut ile adamlar inip yerden adamlar uçurdular. O kadar hayret veren şeyler gösterdiler ki anlatılacak gibi değil. Şimşek ve gök gürültüsü gösterdiler ki görülmedikçe inanılmaz. Acayip ve garip şeyler seyredildi. Hele âşıkları o derece anlatırlar ki gerek padişahın gerek kızın ve şehzâdenin tavırlarına bakıldıkça insanın yüreği acırdı.
Versay Sarayı'nda opera.
SARAYDA OPERA
Bu operanın bir de müdürü varmış. Masrafı çok bir sanat olduğundan bunu karşılamak için büyük devlet gelirleri tahsis etmişler. Üç saat kadar opera seyredip yine konağımıza döndük.
Birkaç gün sonra kralın adamlarından biri gelip 'Yarın sarayda opera temsili var, kralımız sizi davet ediyor' deyince biz de çaresiz kabul ettik. Saray operası içinde bir de rakshane yapmışlar. Yaldızlı duvar ve sütunlarıyla hayli gösterişlidir. Burada da kadınlar çok olup mücevherlere boğulmuşlardı. Kralın sol tarafına oturarak operayı izlemeye başladık. Yine ön tarafta hayli süslü bir perde vardı. Birden kaldırdıklarında arkasından raks olunacak sahne, peri yüzlü kızlarla dolmaya başladı ve arkalarından da güya bir güneş doğdu.
Güneş o kadar sanatlı yapılmış ki arkasına koydukları mumların parıltısından sanki güneşin nuru parıldıyormuş gibi hissediliyordu. Sazlar birden nağmeye girip kraliyet ailesi ile nüfuzlu kimselerin çocukları sekizer kişilik gruplar halinde raks ettiler. Bunların çok gösterişli kıyafetleri ve başlıkları var. Hayli oyunlar ve taklitler yaptılar. Seyir bitince biz de kaldığımız yere döndük".
Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin kabul töreni.
DEVLET ADAMLARI UYARILIR
1792'de Viyana'ya elçi olarak giden Ebubekir Ratib Efendi ise oyunlarda devlet adamlarının ikaz edildiğini söyler:
"Opera, hayal ile çengi oyunlarından tertip olunmuş olup komedilerden ve çoğunluğu seven ve sevilene dair hikâyeler ve geçmiş zamanlarda olan olaylardan ibaret olup, eğer kral ve general ve devlet ileri gelenlerinden birisinin bir ayıp ve kusuru dahi olursa, oyun ve hikâye aralarında bazı fıkralarda ve ima ve manalı konuşmalar ile ikaza dahi ruhsatlı olmalarıyla, şehirlerde haftada iki gece ve üç gece bu oyunlardan birisi oynanır. Operanın nazırı ve kethüda ve zabitleri olmakla, talip olan, adamını gönderip ondan bir kâğıt alır ve o kâğıt ile akşam o yere giderse kabul ederler. Elinde kâğıt yok ise koymazlar ve bu oyunlarda olan hikâyeler manzumdur ve her hikâye vaktinde olduğu gibi şekil ve kıyafeti ile oynarlar. Bu oyunlara mahsus yer bazen iki bazen üç kat olmakla her katın dört tarafı oda oda bölünmüştür. Her katta bir grup için mahsus ücret olmakla gelenlerden tahsil ederler".
Ebubekir Ratib Efendi'nin imparator tarafından kabulü.
KRAL GÜCENMESİN DİYE OPERAYA GİTTİ
1748'de Viyana'ya elçi olarak giden Mustafa Hattî Efendi, opera seyretmek istememiş, kral gücenince mecburen seyretmişti. Operayı şöyle anlatır:
"Devletlerinde opera ve komedya demekle birer eğlenceleri ve mükemmel bir şekilde hazırlanmış olan dört beş katlı oyun evleri olup, Cuma günlerinden gayri her gün ikindiden sonra devlet ileri gelenleri aileleri ile ve çoğunlukla kral ve kraliçeleri gelüp kendilerine mahsus olan localarda Nemçe'nin (Avusturya) cilveli kızları ve delikanlıları kendilerine mahsus yaldızlı ve rengârenk elbiseleri ile kâh raksederek acayip sanatlar meydana getirdiler, kâh şarkı söyleyerek garip işler eylediklerini ve kâh İskendername ve sair aşk ve muhabbete dair şamatalı hikâyeler ile sona erer.
Eğlencelerini seyretmek âdetleri olmağla, kral ve kraliçe buluştuktan sonra bizim için dahi zikrettiğimiz yerde odalar tahsis eyledikleri kral tarafından bildirilmiş ve davet eylemişler idi. Tarafımızdan o kadar rağbet olmadığından gücenik olduklarını ifade eylediklerinde, zorlamalarına binaen davetlerine icabet olunup varıldığında, tahsis ettikleri odalar, kralın locasına karşı olmağla, oyun evinin sonunda olan bir büyük yerde icra eyledikleri sanatları seyrettik. Akşam vakti geldiği için, namaz kılmak için bir yer istediğimizde, bizi kralın oturduğu yerin karşısında bir odaya götürdüler. Namazı kıldıktan sonra yanımızdaki mihmandar, 'Bu yer oyun oynanan yere daha yakındır, buradan seyredin' diyerek bir sandalye getirip, bizi oturttu".
BAHŞİŞ YERİNE EL ÇIRPTILAR
1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Kırım cephesinde Serasker İbrahim Paşa ile birlikte esir düşmüş ve Petersburg'a götürülmüş olan Defter Emini Vekili Mehmet Necati Efendi, Petersburg'daki esaret günlerine dair bir hatırat kaleme almıştır. Bu eserde hayatında ilk defa gördüğü operayı "Der-Beyan-ı Komedya" başlığı altında şöyle tasvir eder:
"Kraliçe sarayında bütün generaller, diğer devlet ileri gelenleri ve kadınları, ön kısmı, kırk arşın (27 metre) boyu, onbeş arşın (10 metre) eni olan ve iki tarafında üç katlı odalar ve biri kraliçeye, biri oğluna mahsus karşı karşıya iki balkon bulunan salonda toplandılar. O yerin ortasında oyuncular bulunur ve bu yer 'opera' diye tabir olunur. Güneş ve ay ve yıldız ve kar ve yağmur ve bostanlar ve türlü türlü şehirler ve kaleler görünür. Nice oyunları olup birçok sazlar çalınıp dört tarafında mumlar yanardı. Sazendelerin önlerindeki kâğıtlarda makamlar yazılıdır ve yanlarında birer kandil yanar. O kâğıtlara bakıp çeşitli makamlar ve oyunlar icra ederler. Buna benzer, her ayda üç beş gece olur, gelenler davet ile gelirler.
Saraya geldiklerinde davetiyelerini kapıda bulunan bekçiye verirler ve içeriye girerler. Gelen kim olursa olsun bu nizama tabidir. Her gösteri için davetiyeler başkadır. Kraliçe oyuncuların oyunlarından memnun olursa bahşiş yerine ellerini birbirine vururdu. Devlet ileri gelenleri ve kadınları da öyle yaparlardı. Yani altın ve gümüş vermiş gibi olurlar. Oyuncular dahi kraliçe beğenip bizlere el vurdu diye mutlu olurlar idi. Hediye ne türlü şeydir bilmezler, bu aferin ne tükenmez hazinedir. Bu türlü gösteriye eğer akçe vermek lazım gelse, kraliçenin Serasker İbrahim Paşa'ya günlük olarak verdiği dört yüz akçe değil, dört bin akçe yetmez. Biz de onlara uyduk ve hepimiz el vurduk".