KANUNÎ döneminde Türkiye'ye gelen Avusturya elçisi Busbecq, Türkler'in hayvan sevgisine mektuplarında geniş yer ayırmıştır:
"Şimdi daha önce sözünü ettiğim konuya, yani Türklerin hayvanlara olan düşkünlüğüne döneceğim. Köpeği pis bir hayvan olarak gördüklerinden evlerine sokmazlar.
Onun yerini kedi almıştır. Kediyi çok daha ahlaklı ve bir dereceye kadar doğuştan mütevazi, terbiyeli bir hayvan olarak bilirler. Böyle düşünmelerine örnek olarak [Hz.] Muhammed'in davranışını gösterirler.
Kendisi kedisine çok düşkünmüş. Okurken esvabının yeni üzerinde uyuyormuş. Namaz için kalkması gerektiğinde kedisi rahatsız olmasın diye kedisinin üstünde uyuduğu yeni kesmeyi tercih etmiş.
Civarda yavrulamış bir köpek varsa ona yemek artıkları, kemik ve ekmek taşırlar.
Bunu sevap sayarlar. Bir hayvana verdiklerini, bir Hıristiyan'a olmasa bile neden kendilerinden olan akıl sahibi birine vermediklerini sorduğumda bana şu cevabı verdiler:
'Her gaye için kullanılabilen ve asil bir nesne olan akıl insanoğluna Tanrı tarafından ihsan edilmiştir. Ancak insan bu aklı kötüye kullanabiliyor. Başına gelen felaketlere kendi hatası sebep olduğundan merhamete pek layık değil. Halbuki Tanrı hayvanlara insiyaki istekleri ve beslenme arzuları dışında bir şey bağışlamamıştır ve onlar bu itici güçleriyle hareket ederler. Dolayısıyla insanların şefkatine ve yardımına muhtaçtırlar.' İşte bu nedenle bir hayvanın eziyet edilerek öldürülmesi veya çektiği acıdan zevk alınması Türkleri hiddete boğar. Buna örnek olarak bir Venedikli kuyumcunun başına gelenleri anlatabilirim. Bu adam kuş tutmaya meraklıydı. Yakaladıkları arasında guguk kuşu büyüklüğünde ve benzeri renkte bir kuş vardı. Kuşun gagası küçük olmakla beraber gırtlağı çok büyük ve genişmiş.
Ağzını açmaya zorlandığı zaman içine bir insan yumruğu sığabilirmiş. Kuyumcu şakacı bir adamdı. Kuşun bu garipliğine şaştığı için onu evinin giriş kapısı üstüne kanatları iki yana açık olarak bağlamış, ağzını da açık tutmak için çenesinin ortasına bir tahta parçası yerleştirmiş. Sokaktan geçen Türkler durup başlarını kaldırarak kuşa bakıyorlarmış.
Fakat onun canlı olduğunu ve kımıldadığını görünce haline acıyıp bu zararsız kuşa böyle azap vermenin suç olduğunu söylemişler. Kuyumcuyu evinden çağırtıp ensesinden tutarak ağır suçlara bakan hâkimin huzuruna çıkarmışlar. Hâkim adama sopa cezası vermek üzereyken Venedik tebaasının adli işleriyle uğraşan Venedik Balyosu'ndan bir haberci gelip suçlunun kendisine teslim edilmesini istemiş. Hâkim iyi kalpli biriymiş ve davayı halletmeye hazırmış, ama Türklerin itirazları karşısında bu talebi güçlükle kabul edebilmiş.
İşte Türkler her cinsten hayvana böyle davranıyorlar, özellikle de kuşlara. Bizim mahallenin yakınlarında yayılmış dalları ve yoğun yaprakları ile dikkat çeken kocaman bir çınar ağacı var. Bazen kuşbazlar yanlarında getirdikleri küçük kuşlarla bu çınarın altına yerleşirler. Etraflarına toplaşanlardan birçoğu birkaç bakır para karşılığında bu kuşları elleriyle birer birer azat ederler. Kuşlar genellikle bu çınara konup kendilerini kafeslerinin kirinden temizler ve kanatlarını çırparak ötüşürler. Onları esaretten kurtaran Türkler de birbirlerine 'Dinle bak, nasıl da seviniyor ve bana teşekkür ediyor' derler." (Busbecq, Türk Mektupları, çev. Derin Türkömer, s. 124-126)