Şimdiki hayatımın ilk çeyreğinde edebiyatı 'iş' edinmeden önce iki sevdam vardı: Günümüzün 'sanal' oyuncakları nerede, biri İzmir'in imbatında gökyüzünü uçurtmalarla donatmak, öteki yeryüzünü 'tel'den yaptığım arabalarla dolaşmak... İzmir, taşra değildi ama, Türk edebiyatının başkenti İstanbul idi o yıllar... Şimdi de öyle değil midir? Dünya edebiyatının başkenti ise Paris... Başucu kitaplarımız da Attila İlhan'ın "Yağmur Kaçağı" şiirleriyle "Zenciler Birbirine Benzemez" romanı... Panait İstrati'nin "Baragan'ın Dikenleri", "Kodin"i, "Kira Kiralina"sı... Biri İstanbul'dan, öteki Romanya'dan Paris'i mekan tutmuş iki yazar... Yalnız benim değil, 60'lı yılların başında İzmir'de edebiyat ile iştigal eden hemen bütün gençlerin hülyası önce kapağı İstanbul'a, oradan da Paris'e atmaktı. Dünyamız İzmir, İstanbul, Paris üçgeniyle sınırlıydı çünkü... Ergenliği aşar aşmaz İstanbul'da, Galata Köprüsü altında bir araya geleceğiz. Bir yolunu bulup Haydarpaşa'dan 'kaçak' olarak bindiğimiz gemiyle İtalya üzerinden Marsilya'ya ulaşacağız ve oradan da yine 'kaçak' kimliklerimizle Paris'e... Paris'te de hayat 'yazı' ile değil, sokaklardan kağıt toplayarak kazanılacak meselâ... Gençliği güzel ve değerli kılan da böylesi 'macera' düşleri değil midir? Geçen gece, saat üç sıralarında BBC televizyonunda Ernest Hemingway belgeselini izlerken ilkgençliğimin bu 'macera' merakı ile yüzleşmeye çalıştım. Hemingway, yazdıkları kadar macera tutkusu ile bilinen bir yazar... Gözündeki bozukluk yüzünden ABD ordusuna kabul edilmiyor, fakat 1. Dünya Savaşı'nda Kızılhaç'a girerek ambulans şoförü oluyor ve Avusturya-İtalya sınırında yaralanarak kahramanlık madalyası alıyor. Savaş sonrasında Paris'e yerleşiyor ve günlerini kayak yaparak, boğa güreşlerini izleyerek, avlanarak, balık tutarak geçiriyor. Afrika'da safariye katılıyor. İspanya İç Savaşı'nda muhabirlik yapıyor. Bir çiftlik alarak Küba'ya yerleşiyor. Japon işgalini izlemek üzere Çin'e gidiyor. Bu maceralı hayat, 'Hemingway' imzalı roman ve hikayelere izini bıraktıktan sonra da tetiğini kendisinin çektiği bir av tüfeğinin mermileriyle sona erecektir. Tutkunu olduğum bir macera adamı da şair ve yazar Blaise Cendrars'tır. Babası tarafından uçarılıkları yüzünden Neuchatel'de bir odaya kapatılan Cendrars, bir yolunu bulup kaçacak ve öyküsünü de şöyle anlatacaktır: "Bu kaçışı uzun zaman düzenlemişim gibi soğukkanlılıkla davrandım. Gidişimin şakaya gelmediğini anlayarak şaşırmıştım gene de. Gardaki tren doğuya kalkacağı için o yöne gittim, yoksa batıya kalkan bir trene binseydim, Lizbon'a varır, Asya'ya gideceğime Amerika'ya giderdim." Cendrars, 14 yaşında başladığı bu yolculukta Rusya'dan Sudan'a, Arjantin'den Kanada'ya hemen hemen bütün dünyayı dolaştıktan sonra sağ ayağı ve sol koluna inen felce yenik düşecektir. 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başları böylesi şair ve yazarların maceraları ile dolu... Yazdıkları kadar, yaşadıklarıyla da meraka değerler... Peki, günümüz şair ve yazarlarına ne demeli? Bırakın Türk edebiyatını, hangi dünya yazarının böylesi bir macerası bulunmakta? Edebiyat, bugün sanal dünyamızda sanal maceralarla ayakta durmaya çalışmakta... Sanal kalıcılığı da buradan kaynaklanmakta... Macerası kendinden menkul böylesi sanal edebiyat yapıtlarını okudukça dünyaya biraz erken geldiğime hayıflanıyorum doğrusu... Bu yüzden hâlâ geçen yüzyılda yaşıyorum belki de...