Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın BM Genel Kurulu dönüşünden hemen sonra yaptığı Soçi seyahati yoğun ilgi altında gerçekleşti. İdlib ve Türkiye kontrolündeki güvenli bölgelere yapılan Rus saldırılarının ertesinde olması da ilgiyi artırıyordu. Dahası, Erdoğan'ın New York dönüşünde gazetecilere ABD Başkanı Biden ile lider diplomasisini işletemediğinden duyduğu rahatsızlığı ifade etmesi dikkatlerden kaçmamıştı. Erdoğan, Biden'a sitemi hem önceki ABD başkanlarıyla hem Putin'le hem de Merkel'le ilişkilerini örnek vererek yapmıştı. Ayrıca, Erdoğan, NATO müttefiki olan ABD ve Türkiye arasındaki ilişkilerin geldiği noktayı "sağlıksız ve hayra alamet değil" şeklinde nitelemiş ve ABD'nin Suriye ve Irak'tan çekilmesini istemişti. Salı günü Biden ve Erdoğan'ın Ekim sonunda Roma'da ikili görüşme yapacakları bilgisinin basına yansıması da Washington'ın hızlı- olumlu tepkisi olarak görülmüştü. İşte bütün bu gelişmeler Erdoğan-Putin baş başa görüşmesinin Ankara'nın Moskova ile Washington arasındaki "denge tutturma" bağlamında tartışılmasıyla neticelendi.
'DENGE ARAYIŞI' TANIMLAMASI YETERLİ DEĞİL?
Elbette Türk-Rus ilişkilerinin seyrinde Türkiye'nin Batı ittifakı ve özellikle ABD ile ilişkilerinin önemli bir yeri var. Türkiye'nin Suriye iç savaşında yalnız bırakılmasının ve Patriot füzelerinin satılmaması gibi konuların ciddi etkisi var. Yine, Putin'in S-400leri Türkiye'ye satmasında NATO içi ihtilaf üretme ve silah pazarını genişletme emeli bulunabilir. ncak bugünkü Türk-Rus ilişkilerini sadece denge arayışından istifade etmek ya da dünkü New York Times'ın yaklaşımı gibi ("Putin ile yakınlaşıp ABD'yi tehdit ederek ama Washington'dan bir şey istediğinde araya mesafe koyarak yapılan bir pazarlık pozisyonu") şeklinde algılamak doğru değil. Erdoğan ve Putin görüşmesinin gündeminin genişliği (Suriye, İdlib, PKK-YPG, Münbiç, Afganistan, Libya, Zengezur geçidi, 6'lı platform, S-400, uçak motoru, uzayda iş birliği, doğalgaz, ikinci ve üçüncü nükleer reaktörler, ticaret ve turizm) denge meselesine ek olarak ikinci ve üçüncü düzlemlerin olduğunu gösteriyor.
ABD'NİN KÜRESEL ROLÜNÜN DEĞİŞMESİ
Türk-Rus ilişkilerinin ikinci düzlemini ABD'nin çekilmesi ya da yeniden konumlanmasının getirdiği bölgesel boşluğun doldurulmasına yönelik güç rekabeti oluşturuyor. Bu rekabette Türkiye ve Rusya'nın bazen farklı bazen zıt yerlere düştüğü de açık. Türkiye'nin Ukrayna, Kırım, Libya ve Doğu Avrupa ülkeleri ile savunma alanındaki iş birlikleri Rusya'yı rahatsız ediyor. Tabii ki, Suriye, Rusya'nın Türkiye'yi zorladığı kritik bir alan. Ancak Türkiye'nin Rusya ile Ortadoğu, Kuzey Afrika, Doğu Avrupa, Karadeniz ve hatta Orta Asya bağlamındaki rekabetlerini ABD ve Rusya arasında denge matematiği ile açıklamak mümkün değil. Ankara bu bölgelerde kendi milli çıkarları için askeri varlığını genişletiyor, ticari atılımlarda bulunuyor ve savunma sanayisini dış politikasında öncü bir sektöre dönüştürmeye çalışıyor. Üçüncü düzlem, Türkiye'nin küresel etkide bulunacak bir güç profili oluşturmasıdır. Özellikle son yıllarda Ankara'nın çeşitli hamlelerle "stratejik portföyünü genişlettiği" gözlerden kaçmıyor. Türkiye, Erdoğan'ın lider diplomasisi sayesinde risk almak ve gerilimlere girmekle kalmıyor aynı zamanda normalleşmeyi de öne alabiliyor. Birçok kriz ve atılım alanında Türkiye'nin etkin varlığı ilk başta tepkiyle karşılansa bile bir süre sonra gerilim yerini iş birliği arayışına bırakıyor. Mısır, Körfez ve bazı Avrupa ülkeleri ile ilişkiler tam da bu yönde gelişiyor. Savunma ve enerji alanları artık Türkiye'nin "geçiş koridoru olduğu" değil, güç projeksiyonu için kullandığı alanlara dönüşüyor.
RUSYA İLE İLİŞKİNİN SEYRİ
Erdoğan ve Putin'in ikili görüşmeleri lider diplomasisinin çarpıcı bir örneği olarak diplomasi tarihindeki yerini alacaktır. Bu sayede 2015 uçak düşürülmesinde bu yana Ankara ve Moskova arasındaki ilişkiler çok yönlü bir dönüşüme uğradı. İkili ilişki giderek çok katmanlı ve Türkiye'nin daha aktif rol aldığı yapıya dönüştü. Suriye'den Libya ve Dağlık Karabağ'a rekabet alanlarının farklı bir matematiği var. Mücadele ve iş birliğinin aynı anda gerçekleştiği ilginç bir sentez bu. Krizlerin yönetilmesi de iş birliğindeki yeni sıçramalar da iki liderin sık sık yaptığı zirvelerle sağlanıyor. Türk-Rus ilişkilerine "klasik denge" paradigması ile değil "büyük güç rekabeti dünyasına öncü cevap" perspektifi ile bakılmalı.